Atak Logo

Atak Menü

Atak Dergisi

Atak Dergisi

08 Kasım 2025, 00:01 | Okurlardan Gelenler

Toprak Ana (Fatma Pesent)

Toprak Ana (Fatma Pesent)

Açıklama Notu:

24 Ekim 2020

Bu öykü Eski Sovyet Cumhuriyetleri halklarının dünyayı kasıp kavuran Alman Faşizmine karşı yaşadıkları acıların, direnme gücünün çok küçük bir örneğidir. Sovyet halklarının hafızalarına kaydolan bu anları ve anıları günümüzde de canlı tutmakla yükümlüyüz. Konu güncel olduğu için bu öyküyü bilinçlere taşımak istedim. Unutmamak ve canlı tutmak insanlık borcumuzdur. Bugün dünya İşçi sınıfı emekçileri ve halklarının yeni Hitlerlere ve yeni Emperyalist faşist güçlere karşı mücadelesi yakıcı ve günceldir. Geçmiş deneyimleri unutmak bağışlanamaz.

Cengiz Aytmatov’un Sovyet halklarının Büyük Yurtsever Savaş sırasında çektiği derin acıları ve büyük dayanma gücünü gözler önüne seren Toprak Ana adlı öyküsünün kısa bir özeti. Yıllar önce okumuş ve bu özeti çıkarmıştım. Romanı okuyup da unutanlar veya okumayanlar için bir ön tanıtım olacağını umuyorum. Sovyet halklarının hangi zorluklar pahasına Hitler Faşizmini yendiğinin bir belgesidir. Günümüzde komşu halkları işgal hevesinde olan komşu ülkelere saldıran Türk devletinin saldırgan ve yayılmacı dış politikasının Türkiye toplumunu daha fazla düşündürmesi gerekir.

(Fatma Pesent)

Cengiz Aytmatov- Toprak Ana

Yıl 1941 Hitler Faşizminin tüm gücüyle Sovyetler Birliği’ne saldırdığı yılın sonbaharı. Yer Kırgızistan'da bir köy. Köylüler sabah güneşinin ilk ışıklarıyla ekin biçmeye girişmişlerdi. Sakin, mutlu, huzurlu dünyalarıyla başbaşa, biraz sonra duyacakları uğursuz haberin farkında olmaksızın. Köylüler sıra sıra dizilip ikişer kucak biçmişlerdi ki, ırmağın öte yakasından, karşı köyden hızla çıkan bir atlı, çalılara, sazlara aldırmadan, arkasında bir toz bulutu bırakarak atını ekin biçenlere doğru sürdü. Sonra atının başını çevirmeden dümdüz kayalarla dolu ırmağa daldı. Bir Rus delikanlısıydı gelen. Doru atının hızını kesmeden suya atılmasının nedeni ne olabilirdi? Böyle bir zamanda ırmak hiç şakaya gelmezdi. Ekin biçenlerin bazıları çocuğun gözüpekliğini överken, bazıları da bunun bir nedeninin olması gerektiğini ileri sürüyordu. Bir başkası ise ‘’sarhoşun biri caka satıyor, siz de ona alkış tutuyorsunuz’’ diyordu. Değirmenin üstündeki tarlada çalışan biçerdöver birden durunca yine kimse bir şey anlayamadı. Biçerdöverin yanında bağırmalar duyuldu. Kısa bir süre sonra büyük bir kalabalık toplandı. Atını dolu dizgin süren genç, köylülere savaş haberini getirmişti. Tüm hazırlıklar son hızıyla savaşa göre yapılmalıydı.

 

Öykünün kahramanı Tolgonay teyze, Ekim Devrimi’nin üzerinden, yaklaşık 24 yıl geçmesinden sonra, ilk kez duymuştu savaş sözcüğünü. Şaşkınlığını ‘’Ne savaşı? Hangi savaş? Savaşın ne gereği var’’ sorularıyla ifade ediyordu. Savaşın zorunluluğunu ancak yaşayarak öğrenecekti o ve oradaki herkes. Sovyet topraklarında kan ve can bedeli bir savaşla özgür ve eşit bir dünya kurmuşlardı. Nereden bilebilecekti Tolgonay teyzeler, Sosyalist Anavatana Alman faşizminin saldıracağını? Bu savaşı da yaşayarak tanıyacaklardı ve öyle oldu. Köyden cepheye giden ilklerin arasında Tolgonay teyzenin kocası, çiftlik kolbaşısı Savankul ve biçerdöver sürücüsü olan büyük oğlu Kasım da vardı. Savankul’un kolbaşılığı görevi Tolgonay teyzeye devredildi. Bu görevini şöyle anlatıyordu o: ‘’Çiftlik başkanımız Usenbay’ın dediği gibi o günden sonra belime kuşağı sarıp atıma bindim ve kolbaşılık görevime başladım. Şimdi bile kolay kolay altından kalkamayacağım bir işti bu. Hele o zaman, bir kere, sağlam erkek diye kimse kalmamıştı; kalanlar ise ya sakattı ya da hasta. İşçilerin çoğu kadınlardan, kızlardan, çocuklarla yaşlılardan oluşuyordu’’.

 

Savaş halkın yaşamını tümden değiştirmişti. Bir yandan açlık, hastalık, tüm sıkıntılar kendini dayatıyor; diğer yandansa ölümüne bir didinme, çırpınış, el ele verip çalışma, zafer bekleyişi, umutları köy halkını birbirine bağlıyordu. İşçiler, kullandıkları araçlar, tekerleksiz arabalar, kopuk iplerden yapılmış koşumlar, parçalanmış hamutlarla ürettikleri her şeyi cepheye yolluyorlardı. Savaş cephede sürüyordu. Onların savaşı da çiftlikteydi. Savaşın ilerleyen aylarında postacı evlerde en çok beklenen kişi olmuştu. Herkes cepheden dört gözle haber bekliyor, gelen haberleri birbirlerine aktarıyordu. Savaşın birinci yılının sonuna doğru asker mektuplarıyla birlikte ölüm haberleri de gelmeye başladı köye. Bu sırada Kasım'ın ölüm belgesi çiftliğe ulaştı. Moskova yakınlarındaki bir baskında, Orehovka köyünde meydana gelen bir çarpışmada can vermişti Kasım. Çiftlik başkanı, Tolgonay teyzeye oğlu Kasım ‘ın ölüm haberini duyurmaya hazırlanırken, kocası Savankul’un ölüm belgesi ulaşmıştı eline. O da büyük bir saldırı sırasında Yelets’de ölmüştü. Kolbaşını üzmemek için oğlunun ölüm haberini gizleyen çiftlik başkanı Usanbey, iki acı haberi aynı anda bildirmek zorunda kalmıştı Tolgonay teyzeye ve gelini Aliman’a. Savaş ikisini de dul bırakmıştı; gelin ve kaynanayı. Gene de doyasıya ağlayıp gözyaşı dökememişlerdi. Ekin zamanıydı; tarla bekleyemezdi. Tolgonay teyze yeniden kuşağını sardı beline. Görevine daha bir umutla, inançla, ve düşmana daha bir kinle başladı bu kez. Düşmandan öcünü böyle alıyordu. Savaş cephede sürüyordu; savaşın üçüncü yılında Alman faşist işgalcileri geriletilmişti. Ancak henüz zafer kesinleşmemişti. Cepheye yeni birlikler gönderiliyordu. Tolgonay teyzenin ortanca oğlu öğrenim gördüğü arkadaşlarıyla birlikte askere çağrılmıştı. İlk mektubundan sonra ikincisini Novosibirsk’ ten postalamıştı Muslubek. Sağ kalma olasılığının zayıf olduğunu düşünen ortanca oğul üçüncü mektubunda anasına veda ediyordu. Ancak kısa bir süre sonra, bu mektup, Muslubek’ in ölüm haberiyle birlikte gelecekti. O ölmeden önce yazdığı mektubunda: ‘’Sevgili anacığım, ilerde bir gün beni anlayarak en doğrusunu yaptığıma inanacaksın. Oğlunun yiğitliğinden dolayı göğsünün kabaracağını biliyorum. Fakat gene de bana söylemek istemediğin halde aklından, canım oğlum, nasıl ettin de şu aydınlık dünyayı bırakabildin! Ben seni bunun için mi doğurdum, bunun için mi büyüttüm? sözlerini söylemeye hakkın var; fakat bunların yanıtını bir gün tarih verecek. Şimdilik söyleyeceğim şu ki, bu savaşı ne biz istedik, ne de biz başlattık. Hepimiz için, bütün insanlık için baş belasıdır bu savaş. Eğer bu canavarı gebertip ortadan kaldırmak istiyorsak kanımızı akıtmak, canımızı vermek zorundayız. Böyle yapmazsak, insanlık adına layık olabilir miyiz? Anacığım, sana son mektubum bu. Sana gönderdiğim son sözlerim. Sana çektirdiğim acılardan dolayı bağışla beni. Ama, sakın ola ki, gereksiz bir özveride bulunduğumu düşünmeyesin! Hayır, değil. Böyle yapmalıyım; yaşam benden böyle istiyor. Bir öğretmen olarak çocuklara vereceğim ilk ve son dersim olsun bu" diyerek veda ediyordu anasına. Tolgonay teyze düş gördüğünü sanmıştı. Ağırlaşan başını güçlükle kaldırdı. Evin avlusuna pek çok insan birikmişti; fakat kimseden ses çıkmıyordu. Ağlayan tek insan yoktu. Kimsenin ağlamamasını Muslubek istemişti. Kadınlar Tolgonay teyzenin koluna girip kaldırdılar. Tolgonay teyzenin içinden bir çığlık yavaş yavaş büyüyordu. O ortanca oğlunu böyle kaybetti. Ondan yadiğar kalan tek şey, askere giderken anasına bıraktığı asker şapkasıydı.

 

Savaşın üçüncü yılı. Tolgonay teyzenin en küçük oğlu Caynak, Parti gençlik kolunun kararıyla savaşa gönüllü yazıldı. O henüz 18 yaşını doldurmamıştı. Evden ayrılırken anası ve yengesiyle vedalaşmamıştı Caynak. İstasyondan bir arkadaşıyla eve gönderdiği mektupta onları üzmemek için haber vermeden ayrıldığını yazmıştı. Tolgonay teyze ondan bir daha, savaştan sonra da haber alamadı. O en küçük oğluna ne olduğunu, onun sağ mı yoksa ölü mü olduğunu asla öğrenemeyecekti.

 

1944 yılının ilkbaharında askerler cepheden dönmeye başlamışlardı. Zafer kazanılmıştı. Atlısı yayasıyla; ikibüklüm yaşlıları, çocukları, kadınları, koltuk değnekli sakatlarıyla bütün köy halkı bir yöne doğru akın ediyordu. Karşı Rus köyünden gelen biri sözde iki tren dolusu askerin boşaldığını haber verdi. Çocuklar çoktan köyün yolunu tutmuştu. Kimse haberin doğru olup olmadığını araştırmıyordu bile. Çünkü herkes böyle bir habere susamıştı. Büyük bir bekleyiş içinde gözlerini yola dikmişlerdi. Yolun iki tarafına dizilen ağaçların üzerine tırmanmış çocuklardan biri. ‘’Geliyorlar!’’ diye haykırdı. Koca kalabalktan çıt çıkmıyordu. İlerde ana yolda bir araba görünmüştü. Araba köyün kavşağına hızla yaklaşarak durdu, orada içinden bir asker atladı. Kaputuyla torbasını alan asker, arabacıya el salladıktan sonra köy halkına doğru yürüdü. Herkes gözünü dört açmış, sırtında kaputuyla torbasıyla yaklaşan tek askere bakıyordu. Kimsenin yerinden kıpırdadığı yoktu. Yüzlerde bir şaşkınlık donup kalmıştı. Herkes hala bir mucize bekliyordu. Bir değil, bir çok asker geleceğini umdukları için gözlerine inanamıyorlardı. Asker köy halkının duygularını anlamış olacak ki, iki kez dönüp arkasına baktı. Bekledikleri başka insanlar mı vardı? Ama ne gelen vardı, ne giden. O sırada en ön sırada duran çıplak ayaklı bir kız çocuğu bağırmaya başladı: ‘’Ağabeyim bu benim. Aşırali ağabeyim!’’ Agabeyine doğru koşmaya başladı kız çocuğu. Öteki çocuklar da kızın arkasından koşmaya başladılar. Yaşlısıyla, genciyle herkes askere doğru yürüyordu. Karşı konulmaz bir güç onları kaptığı gibi Aşırali’nin yanına sürüklüyordu. Kollarını açmış koşarken ona varlarını yoklarını götürüyorlardı. Çektikleri acıları, üzüntülerini, bekleyiş sızılarını, uykusuz gecelerini, ağaran saçlarını, yaşlanan kızlarını, dul kalan kadınlarını, yetim çocuklarını, gözyaşlarını, topladıkları direnme güçlerini, biriktirdikleri umutlarını, özlemlerini bu ana, bu zafer anına, zaferden dönen bu askere sunuyorlardı. O da hissetmişti kendisini karşılamaya gelenlerin duygularını. Şaşkınlığından silkinerek o da onlara doğru koşmaya başlamıştı.

 

Bu tarihi buluşma anını, görkemli bir tablo çizercesine, en küçük detaylarıyla, en acı yanlarıyla, en canlı bir şekilde savaşın acılarıyla yüreği nasırlaşmış biri anlatabilirdi ancak. Ve Tolgonay ana şu tarihi sözlerle belgeledi o anı: Ey zafer, kaç zamandır bekledik durduk seni! Selam olsun sana! Yalnız bağışla gözyaşlarımızı! Başını Aşırali’ nin göğsüne yaslayıp ‘Nerede Kasım’ım ? Kasım’ım nerede?’ diyen geleneme bağışla! Bizleri hoş gör zafer! Senin uğruna nice kurban verdik! ‘Ötekiler nerede? Benimki yok mu? Öbürleri nerede kaldı? Bizimkiler ne zaman dönecek! diye soranları bağışla!. "Dönecekler, dostlarım! Hepsi dönecekler,çok geçmeden dönerler. Yarına kalmazlar…" dediği için Aşırali ’yi bağışla! Bizi bağışla zafer, hoş gör bizleri! Aşırali’ yi kucaklayıp öptüğüm sırada Caynak’ı, Muslubek ’i, Kasım’ı, Savankul’u düşünüyordum; hiç biri dönmemişti. Bağışla beni zafer…..!

 

 

Paylaş:

Yorumlar (0)

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!