Şükriye Ercan
19 Nisan 2025, 17:32 | Kadın
MUTSUZLUĞUN VE DİRENİŞİN MANİFESTOSU (Şükriye Ercan)
I. Mutsuzluk Büyümenin Bir Halidir
İnsan kaç yaşında olursa olsun, mutsuzluk büyümenin bir çeşididir. Çünkü insan, her yaşta bir başka kabuğunu çatlatmak zorunda kalır. Tıpkı toprak altındaki bir tohum gibi… Karanlıktan aydınlığa çıkmak isteyen her şey önce sancı çeker. Her filiz çırpınır biraz. Her çiçek açmadan evvel bir sızı taşır içinde. Bu yüzden, acıyan yerlerimiz aynı zamanda büyüyen yerlerimizdir.
Ama biz bu çağda, hissizliğin kutsandığı bir dönemde yaşıyoruz. Duyguların pazara sürüldüğü, mutluluğun filtrelenmiş fotoğraflara sığdırıldığı, her şeyin hızla tüketildiği bu dünyada mutsuzluk bir kusur sayılıyor. Oysa bazen en onurlu eylemdir mutsuz kalmak. Çünkü bu düzenin içinde “mutlu olmak”, çoğu zaman zulmü görmemek, acıyı bastırmak, başka hayatların yıkımı üzerinden kurulmuş sahte bir huzura razı olmaktır.
Metalaşmış dünyanın bu duygusuzluk cehenneminde, derin bir mutsuzluk hâlâ insan kalabilmenin, içsel bir ahlakla yaşamaya devam etmenin göstergesidir. O mutsuzluk, bizi hâlâ başkasının gözyaşına kör olmamaktan, başkasının feryadına kulak vermekten alıkoymaz. Ve belki de bu yüzden, bu derin mutsuzluğun içinde özgürlüğe açılan bir yan vardır. Acıtan her şey, içimizde bir sese dönüşür: “Böyle olmak zorunda değil.”
O ses, işte tam orada umutla buluşur. Umut, büyük ve gürültülü zaferlerden değil; küçük ve ısrarlı direnişlerden doğar. Bir annenin hâlâ çocuğunun geleceği için dua etmesinden, bir gencin yıkıntılar arasında kitap okumasından, bir kadının her şeye rağmen hayır demesinden, bir halkın hâlâ yürümeye devam etmesinden…
Ve umut dediğin şey, tam da mutsuzluğun içinden geçerek oluşur. Çünkü acıdan geçmemiş bir umut, sahte bir teselliden ibarettir. Kendi yıkımının, kendi gözyaşının içinden geçmeden umut ettiğini sananlar, yalnızca gözlerini kapatır, ruhunu değil.
Bize düşen, ne pahasına olursa olsun, umudu diri tutmaktır. Ama umut, pasif bir bekleyiş değil, aktif bir hatırlayıştır. Geçmişi, acıyı, direnişi, düşlerimizi hatırlamak… Ve her gün yeniden başlamak…
Çünkü insan büyür, evet. Ama bazen bu büyüme, gülümsemeyle değil, çatlayarak olur. Ve her çatlak, içimizdeki ışığın sızmasına izin verir. Yeter ki, karanlıkta bile o ışığı unutmayalım.
II. Duygusuzluk Çağı ve Direnişin İnceliği

Biz, duygularımızı yitirdiğimiz anda insanlığımızı da yitirmiş oluruz. O yüzden bizi “acıya alışmamız” için eğitmek istediler. Reklamlarla, ekranlarla, her gün yeni bir felaketle… “Bu da geçer” dediler, “unutursun” dediler. Ama bazı şeyler geçmez. Bazı şeyler unutulmaz. Ve bazı insanlar, bu unutulmazlığın yükünü taşımak zorunda kalır.
Biz o insanlarız. Yüzümüze yapıştırılmış sahte gülümsemeleri değil, içimize çökmüş ağır bir sorumluluğu taşıyoruz. Bu yeryüzünde hâlâ adalet yokken, birilerinin huzursuz olması gerekir. Bir çocuk hâlâ bombayla, açlıkla, tecavüz tehdidiyle büyüyorsa, kimsenin mutlu olma hakkı yoktur – kendini temize çekerek.
İşte bu yüzden, mutsuzluğumuz bir direniş biçimidir. Sistemin dayattığı “her şey yolundaymış” yalanını reddetmektir. Sabahları içimiz sıkılarak uyanmamız, sokağa çıktığımızda bir şeylerin yanlış olduğunu sezmeye devam etmemiz, sosyal medyada gördüğümüz o yapay mutluluk estetiğine öfkeyle bakmamız – hepsi bir direniştir aslında.
Çünkü hisseden bir insan, harekete geçmeye hazır bir insandır. Ve bu dünyada en çok korktukları şey; duygularını bastırmamış, hisseden, düşünen ve sorgulayan bir kadındır, bir gençtir, bir halktır.
III. Umudu Diriltmenin Politik Ahlakı
Umut, bizi avutmak için değil, bizi ayağa kaldırmak içindir. Umut, bir çiçek değil; bir diken gibi içimize batar, kanatır, ama yön verir. Ve bu dünyada umut etmek, sadece bir duygu değil, ahlaki bir duruş haline gelmiştir artık.
Çünkü bu düzen umut kırmaya, insana unutturmaya, herkesi yalnızlaştırmaya yemin etmiş gibidir. Her sabah bir haberle uyanıyoruz: Bir kadın daha öldürülmüş. Bir işçi daha göçük altında kalmış. Bir genç, geleceksizlikten kendini boşluğa bırakmış. Bir halk daha bombalanmış. Bir anne daha çocuklarının kemiklerini arıyor…
Bu kadar büyük bir yıkımın içinden hâlâ umutla çıkabilenler varsa, bilin ki onlar devrimcilerdir. Kalbiyle, sözüyle, sessizliğiyle… Direnişi büyütenlerdir onlar.
Umut etmek, sadece bir psikolojik direnç değil, geleceğe dair politik bir iddia ortaya koymaktır: “Bu düzen değişecek.”
Bu yüzden umudu diri tutmak, kendini oyalamak değil, kendini örgütlemektir. Bir çiçek sulamak kadar somut, bir cümle kurmak kadar gerçek, bir yanlışa “hayır” demek kadar devrimcidir bazen.
Umut, sahte bir gülümseme değil; yürekten gelen bir ısrardır. Acının, karanlığın, çaresizliğin içinde hâlâ “başka bir hayat mümkün” diyebilmek. Ve bu sözü sadece kendi için değil, tanımadığı insanlar için de söyleyebilmektir.
Umut, biz sustuğumuzda değil, konuştuğumuzda çoğalır. Ve umut, bir başına değil, biz olduğumuzda anlamlıdır. Yani dayanışmayla, birlikte ağlayarak, birlikte iyileşerek, birbirimizin yükünü omuzlayarak…
IV. Kadının Sancısı, Toplumun Uyanışıdır

Bu çağda kadın olmak; hem bütün acıların merkezi, hem de bütün umutların taşıyıcısı olmaktır. Çünkü kadın, bu düzenin ilk unuttuğu, ama en son teslim aldığı varlıktır.
Yüzyıllardır “sabret”, “sus”, “katlan”, “bekle” dediler. Ellerine kına, kalbine korku, sırtına yük, diline yasak vurdular. Seni susturarak toplumu sessizleştirdiler. Seni zincire vurarak özgürlük kelimesini kirlettiler.
Ama ne zaman bir kadın konuştuysa, ne zaman ağlamaktan vazgeçip haykırdıysa, dünya bir parça daha doğruldu. Çünkü kadının sancısı, toplumun uyanışıdır. Kadının çığlığı, düzenin maskesini yırtan ilk sestir.
Biz o sesi taşıyoruz şimdi. Sadece kendi yaşadığımız şiddeti değil, anamızın sustuklarını, kardeşimizin korkularını, kızımızın geleceğini de omuzluyoruz.
Kadın olmak, sadece var olmak değil, her gün yeniden dirilmek demektir. Her gün kendi küllerinden yeniden doğmak. Kendi sesini, kendi kelimeni, kendi yolunu yaratmak.
Ve bugün, kadınlar artık sadece acısını değil, isyanını da örgütlüyor. Erkek aklın kurduğu bu dünyaya karşı; adaleti, şefkati, paylaşımı ve yeni yaşamı kurmak için, kadınlar yürüyor: meydanlarda, tarlalarda, cezaevlerinde, dağ yollarında, okullarda…
Umut, bir kadının gözünde saklıysa eğer, hiçbir zulüm sonsuza dek süremez. Hiçbir baskı, hiçbir işkence, hiçbir inkâr bir annenin bekleyişini, bir kız kardeşin öfkesini, bir yoldaşın hayalini yenemez.
Çünkü biz sadece hayatta kalmak için değil, başka bir hayatı kurmak için umut ediyoruz.
V. Gençlik: Kırık Hayallerin İçinden Geleceği Kurmak
Bugünün gençliği, bir enkazın üzerinde büyüyor. Doğduğu andan itibaren krizlerle tanışmış, çocukluğu savaş sesleriyle bölünmüş, gençliği işsizlikle, baskıyla, geleceksizlikle çürütülmüş bir kuşak…
Kendine ait bir odası bile olmadan büyüyen çocuklar, kendine ait bir ülke hayaliyle sokağa çıkan gençler oldu. Ve şimdi onlara “sus”, “unut”, “uslu dur” diyorlar. Ama gençlik unutmaz. Çünkü unutursa yok olur. Unutursa bu karanlık nesilden nesle aktarılır.
Gençlik, sadece yaş değil, bir tutumdur. Teslim olmayanın, itiraz edebilenin, hayal kurabilenin adıdır. Ve bu çağda hayal kurmak en büyük isyandır. Çünkü bu sistem bize yalnızca ölüm, borç, baskı ve rekabet vaat ediyor. Ve gençlik diyor ki: “Biz bu vaatleri reddediyoruz.”
Gençler artık “kariyer planı” değil, yaşanabilir bir dünya planı kurmak istiyor. Yarış atı gibi koşturulmak değil, anlamlı bir hayatın parçası olmak istiyor. Diplomayla susmak değil, düşünmek, üretmek, değiştirmek istiyor.
Bu yüzden, gençlerin sokağa dökülmesinden, bir şarkıda öfkelenmesinden, bir afişte, bir sloganla haykırmasından bu kadar korkuyorlar.
Çünkü gençlik özgürleşirse, bu çürümüş düzenin son çivisi çakılır. Çünkü gençlik umudu diriltirse, yalnızca kendisini değil, herkesi ayağa kaldırır.
Ve bugün, her gözaltı otobüsünde bir gelecek sürükleniyor. Her mahkeme salonunda bir düş yargılanıyor. Her mezar taşında “bu böyle gitmez” diyen bir ses susuyor. Ama unutmasınlar: Biz kaybettiklerimizin ardından sessiz kalmıyoruz, onların bıraktığı yerden daha gür, daha örgütlü, daha kararlı yürüyoruz.
VI. Halklar, Diller ve Topraklar: Hafızayla Direniş Kurmak
Bu topraklarda birçok halk, birçok dil, birçok inanç yüzyıllardır yaşıyor. Ama devletler yalnızca kendi varlığını kutsamak için, diğerlerini susturmayı seçti. Dilimize “tehlike”, kimliğimize “bölücülük”, varlığımıza “güvenlik sorunu” dediler. Ve her halk, her inanç, her dil, başka bir şekilde yasaklandı, bastırıldı, sürgün edildi.
Ama hiçbir halk, unutularak yok olmadı. Hiçbir dil, susturularak yok edilemedi. Çünkü hafıza, en büyük direniştir.
Kürt halkı yüzyıllardır bu hafızayı taşır. Bir dağın yamacında, bir dengbêjin sesinde, bir annenin ağıdında, bir çocuğun bakışında… Bir köy boşaltıldığında, bir dil yasaklandığında, bir mezar kazıldığında, her şey yeniden yazılır hafızaya.
Ve Kürtler sadece hayatta kalmadı — hafızalarını örgütlediler. Dağlara yazdılar isimlerini, cezaevlerine kazıdılar tarihlerini, tarlalarda, sokaklarda, üniversitelerde yeniden inşa ettiler kimliklerini.
Ama bu sadece Kürtlerin değil; Ermenilerin, Süryanilerin, Lazların, Alevilerin, Romanların, Ezidîlerin, Rumların, Arapların, yani bütün yok sayılmışların ortak hikâyesidir. Topraklarından sürüldüler, dillerinden utandırıldılar, inançları aşağılandı. Ama o halklar, kimliklerini toprağın altına değil, geleceğin ellerine bıraktı.
Bugün yeniden hatırlıyoruz: Bir halkın yasaklanan dilinde, hepimizin susturulmuş sesi var. Bir kadının ağıdında, hepimizin yasaklı geçmişi var. Bir çocuğun anadilinde kuramadığı cümlelerde, hepimizin kaybolmuş hikâyesi saklı.
Bu yüzden diyoruz ki: Her dil yaşamalıdır. Her halk var olmalıdır. Her inanç nefes almalıdır.
Çünkü eğer bir halk yok olursa, birlikte yaşama hayalimiz de yok olur. Çünkü eğer bir dil susarsa, geleceğimiz sessizleşir.
Bizim mücadelemiz; ölü toprağın altından belleği çıkarma mücadelesidir. Her yasakta direniş, her susturulmuşta söz, her yoklukta varlık kurma mücadelesidir.
VII. Doğa: Talanın Ortasında Yaşamı Savunmak
Biz doğanın parçası değil, kendisiyiz. Bir ağacın dalı gibi kırılgan, bir derenin akışı gibi ısrarlı, bir dağın gövdesi kadar dirençliyiz. Ama bu çağda insanı doğadan kopardılar. Toprağı “arsa”, ormanı “rant”, nehri “enerji kaynağı”, dağı “maden sahası” olarak görmeye başladılar.
Doğa artık kârın nesnesidir. Bir şirketin bilançodaki satırı, bir müteahhidin tabelasındaki proje adı… Ama her kesilen ağaçla birlikte, bir yaşam kesiliyor. Her dinamitle parçalanan dağla birlikte, bir halkın belleği parçalanıyor. Çünkü o dağ, bir annenin mezarıydı belki. O dere, bir çocuğun yüzmeyi öğrendiği yerdi. O toprak, bir halkın masalını anlattığı yerdir.
Bugün Kazdağları’nda, Munzur’da, İkizdere’de, Hasankeyf’te, Cerattepe’de, Botan’da direnen sadece ağaçlar değil, halkların geleceğidir. Kadınlar elleriyle toprağa sarılıyor, çocuklar taşlara slogan yazıyor, yaşlılar yürüyerek barajlara karşı duruyor. Çünkü doğa, sadece yeşillik değil; bellektir, kültürdür, geçimdir, inançtır, yaşamdır.
Talanın ortasında yaşamı savunmak, yalnızca çevrecilik değil, devrimciliktir. Betonlaşmaya karşı gölgeyi, kuraklığa karşı suyu, yıkıma karşı yaşamı savunmaktır.
Bugün doğayı savunmak, gelecekte nefes alacak çocukları savunmaktır. Topyekûn saldırıya karşı topyekûn direnmek gerekir. Çünkü doğa susmaz, doğa intikam almaz — ama hatırlar. Ve bir gün, biz onunla yeniden konuşabilirsek, o da bize yeniden hayat verecektir.
VIII. Aşk ve Dayanışma: Söz Kurmak, Yürek Bölüşmek, Yeni Hayat Örmek

Bu dünya nefreti örgütlüyor. Bizi birbirimize düşman etmeye, yalnızlaştırmaya, sevgisizleştirmeye çalışıyor. Aşkı bir tüketim nesnesine, dostluğu bir çıkar ilişkisinin uzantısına dönüştürüyor. Ama biz, bu zorbalığın ortasında birbirimize söz kurmaya devam ediyoruz. Çünkü birbirine söz kuran insanlar, dünyayı yeniden inşa edebilir.
Aşk, sadece iki kalp arasındaki bir his değil, bir halkın bir halkla kurduğu yoldaşlık olabilir. Bir kadının bir başka kadına “yalnız değilsin” demesi, bir çocuğun adını anmak, bir annenin acısını paylaşmak, bir arkadaşın yorgun omzuna sessizce dokunmaktır aşk.
Aşk, bazen bir ekmek bölüşmektir. Bazen geceyi birlikte nöbet tutmaktır. Bazen aynı şiiri farklı dillerde fısıldamaktır. Aşk, dilin yasaklandığı yerde gözle konuşmaktır. Aşk, bir duvar yazısında, bir zılgıtta, bir ilmekte büyür.
Ve dayanışma… Dayanışma, bu sistemin en korktuğu şeydir. Çünkü insanlar birbirinin yarasını sararsa, acılar örgütlenir. Çünkü insanlar birlikte ağlarsa, birlikte yürümeye de başlar. Çünkü insanlar birbirinin yükünü bölüşürse, hiçbir zulüm sonsuza dek kalamaz.
Bu yüzden biz, kadınlar, yoksullar, işçiler, gençler, halklar… birbirimize yürek bölüştük. Birbirimize bakınca kendimizi, tarihimizi, geleceğimizi gördük. Ve anladık ki: Yeni hayat, önce birbirine güvenenler arasında kurulur. Sonra o güven, bir toplumu sarar, bir dağa dönüşür.
Ve biz bu dağın taşlarını, kelimelerle, umutla, gözyaşıyla ve kahkahayla örüyoruz.
Çünkü devrim, yalnızca bir eylem değil, bir duygu, bir bağ, bir aşktır.
Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yazarın Diğer Yazıları
- HUKUK VE ŞİDDET ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER (Şükriye Ercan)
- Hesap Verilmeyen Hafıza: Maraş’tan Sivas’a, Failler Ölse de Suç Yaşıyor (Şükriye Ercan)
- Meşruiyetin Gölgesinde: Hileli Seçimlerden Çıkar Gerçekliğine ve Kürtlerin Geleceğine Dair (Şükriye Ercan)
- SEMBOLİK ŞİDDET: ŞİDDETİN EN USTACA HALİ (Şükriye Ercan)
- Lütuf Değil Hak, Yardımcı Değil Özne: Alevi ve Kürt Halkları Dizayn Edilemez (Şükriye Ercan)
