Atak Logo

Atak Menü

KARONUN BENEKLERİ (Mehmet Güzel)

KARONUN BENEKLERİ (Mehmet Güzel)

 

 

12 Eylül zulmünün tüm kasvetiyle ülkenin üzerine çökmüş olduğu 1983 yılının başlarıydı. 

 

Yakalanmadan önce en son, Cephe dergisinin 14. Sayısını dağıtmıştım. Derginin kapağında Askeri Cuntanın lideri Kenan Evren’in bir resmi karikatürize edilmişti. Bu resimde Evren, elinde ucundan kan damlayan Azrail tırpanı ve kanlı vampir dişleriyle resmedilmişti. Bu kapak resmi ülkenin o an içinde bulunduğu durumu çok iyi anlatıyordu. Öyle ya, her gün operasyonlarda yüzlerce kişi yakalanıp 45 gün olan gözaltı süresi boyunca işkence tezgahlarına yatırılmak üzere “siyasi şube”lere götürülüyorlardı. Gözaltı süresinde “ayakkabı bağcığı ile kendini asıp”(!), “pencereden atlayıp”(!), “kafasını duvara vurup”(!) “intihar edenler”(!)’den, veya “kaçmaya çalışırken vurularak ölü ele geçirilenler”(!)den geriye kalanlar askeri cezaevlerine gönderiliyorlardı. 

 

 

screenshot_2025-02-03-16-21-58-233-edit_com6276103673455820115

Cephe Dergisi sayı: 14 -15

 

İskenderun Akçay Askeri Cezaevi’ne yara bere ve şişliklerle getirildiğim zaman Siyasi Şube’den kurtulmanın sevinci içindeydim. Siyasi Şube’de Ali Traş’a karşı kazandığım zaferin izlerini cezaevinde tedavi edebilecektim. Özellikle gözlerimde pıhtılaşmış olan kanları, gözlerimin içine limon sıkmalarına rağmen temizleyememişlerdi. Ardı ardına Bengay losyonuyla masaj uyguladıkları halde yüzümdeki şişlikler tamamen geçmemişti. 

 

Bunlar Ali Traş’ın öfke hezeyanlarının  eseriydi. 

 

Gerçek adı Ali Mücahitoğlu’ymuş, sonradan aleyhine açtığım işkence davasından dolayı gerçek adını öğrenmiştim. Nam-ı diğer Ali Traş beni, beceriksizlikle suçladığı başka bir komiserin işkenceci ekibinden devralmıştı. O “beceriksiz komiser” bir türlü istenilen sonucu elde edememişti. Anlaşılır şey değildi; burada “direniş savaşı” veren nice militanlar, nice liderler bülbüle dönüp gittiler, şu on sekiz yaşındaki veletle mi başa çıkamıyordu! “Beceriksiz Komiser”in ve ekibinin de çok ağırına gidiyordu bu durum. Uyguladıkları “tezgaha” son derece güveniyorlardı. “Demek ki bu çocuk gerçekten bir şey bilmiyor… yoksa dayanması mümkün değildi!” 

 

Ama Ali Traş böyle düşünmüyordu. “Bunu ben çözeceğim, hem de bülbüle çevireceğim. “Beceriksiz Komiser”le iddiaya da girdiler benim üzerime. “Beceriksiz Komiser” başarısız olmanın ezikliği içindeydi. Bütün çabalarına rağmen çözülmediğime göre anlatacak bir şey bilmiyor olmalıyım, ammaa, bir şeyler saklıyor da Ali Traş’ın elinde çözülürsem… O iğrenç, ana avrat küfürleriyle tehdit etti beni.  

 

Ali Traş, ekibiyle birlikte bütün maharetlerini sergiledi. Ama uygulayabileceği daha farklı fazla bir şey yoktu. Her şey, dozu arttırılmış bir tekrardan ibaretti. Daha fazla falaka, daha yüksek voltaj elektrik, daha uzun süre askıda tutma, daha sıkı haya sıkma, vb. Elde ettiği sonuç ise “BİLMİYORUM!” 

 

İnsan bünyesinin bu kadar acıya katlanabileceğini hayretler içinde öğreniyordum ben de. 

 

Ali Traş baktı ki böyle olmuyor. Duygusal bombardımana yöneldi bu sefer.  Ardından babamı ve abimi getirtti. Onlarla birlikte duygusal saldırıyı yürüttü. Babama ve abime bir tiyatro yönetmeni edasıyla taktikler veriyor ve yanıma gönderiyordu. Onlar da rollerinden hoşnutsuz bir şekilde buyrulanları bana söylüyorlardı. Aynalı camın ardından seyreden Ali Traş, gerek gördüğü yerlerde onları yanına çağırıyor, yeni taktikler vererek yeniden oyuna sokuyordu.  

 

Sonunda dayanamadı ve odaya girerek oyuna dahil oldu: onlar isterse beni çok rahat çözebilirlerdi de, gençliğime yazıktı, hem, temiz bir ailenin evladıydım, öyle tatsız uygulamaları yapmaya onları zorlamamalıydım!  Bana acı çektirirlerken benden daha fazla kendileri acı çekiyorlardı! Gençliğime yazık değil miydi, okuyup meslek sahibi olacaktım, beni parlak bir gelecek bekliyordu, kendimi düşünmüyorsam, bari annemi düşünmeliydim, hasta annem kahrından ölecekti, böyle devam edersem hayatım cezaevinde geçecek, hayatım kararacaktı! Ama onlara yardımcı olursam onlar da bana yardımcı olup birkaç ayla sıyrılmamı sağlayacaklardı! Yanlış anlamayayım; amaçları benim ceza almamı sağlamak olsaydı, hakkımda verilmiş ifadeleri üst üste koymaları bunun için yeterli olurdu, ama onlar bana yardımcı olmak istiyorlardı! Fazla da bir şey istemiyorlardı ki canım; bir iki silah, bir iki isim!.. Silahtan vaz geçtik, bir iki isim vermem de yeterdi!.. Bla bla bla… 

 

Takınabileceği en duygusal edaları takınmış, kurabileceği tüm cümleleri kurmuştu. Başım önde sessizce duran bana bakarak istediği etkiyi yarattığı umuduyla, bu kıvamı pekiştirmek için dağarcığını zorlayarak birkaç cümle daha kurmaya çalıştı. Ikınarak da olsa daha fazla cümle kuramayınca bu olağanüstü çabasının eserini almak için durdu… Sessizlikten sonra: 

 

“Ee Mehmetçiğim, ne diyorsun?” 

 

“…” 

 

“Mehmet!” 

 

Uykudan uyanır gibi başımı kaldırıp ona baktım. 

“Efendim!” 

 

“Ne diyorsun?” 

 

“Hangi konuda?” 

 

“Ben iki saattir sana dil döküyorum, beni dinlemiyor musun?” 

 

“Yok valla dinlemiyordum, şu yerdeki karoda kaç tane siyah, kaç tane beyaz benek olduğunu sayıyordum!” 

 

Dünya durdu. Suratı kıpkırmızı oldu, gözleri fal taşı gibi açıldı, burnundan solumaya başladı… Çılgına dönmüştü… Neredeyse kulaklarından dumanlar çıkacaktı! Babamla abim de afallamış, birazdan kopacak kıyametin farkında, nefes almadan duruyorlardı. 

 

Herif üstünden koyun postunu atmış, ejderhaya dönüşmüştü. Babamla abimi ittirerek dışarı çıkarttı.  Kontrolünü  yitirmiş vahşi bir yaratığa dönmüştü. 

 

… 

screenshot_2025-02-03-15-02-28-538-edit_com1785686124373509777

 

Beni odadan çıkarttıklarında yüzüm davul gibi olmuştu, gözlerim kan dolmuş ve şişerek kapanmıştı. İki yanımda iki kişi kollarımdan tutarak kaldırmaya çalıştılarsa da başaramadılar, çuval gibi yığılıyordum. Sürükleyerek hücreye götürüp attılar. 

 

Sonraki günlerde savcılığa çıkartılmadan önce yüzümde yarattıkları izleri yok etmeye çalıştılar: gözlerimin içine limon sıkarak temizlemeye, Bengay ile şişlikleri indirmeye çalıştılar. 

 

Ama esaslı bir sanat eseri yaratmışlardı ki tümden silmeleri mümkün değildi. 

 

Benim de onların üzerinde yarattığım etkiyi kendilerinin silmesi mümkün değildi. Öylesine ki, cezaevine götürülmek üzere Siyasi Şube’den çıkartırlarken, iddiayı kazanmış olan “Beceriksiz Komiser” beni kutlar gibi elimi sıkmıştı! 

 

Siyasi Şube’den kurtulmanın sevinci cezaevinde ilk karşılama merasimine kadar sürmüştü. Yani birkaç saat! 

 

Karşılama merasiminin adı “Hoşgeldin” imiş ve buraya her gelen bu merasimle karşılanırmış. 

 

Cezaevinin beton avlusunda tek sıra halinde dizilmiş, cezaevinin iç emniyetinden sorumlu astsubayla “tanışıyoruz”. 

 

Astsubay, askeri üniforması içinde, göbeği yarım metre önünde, toparlakça bir şeydi. Bir tepenin başında dursa, bir top gibi kendiliğinden aşağı yuvarlanacakmış hissi uyandırıyordu. Çocuksu yüzüyle askeri üniforması tam bir tezat oluşturuyordu. Adı Mehmet İpek’miş, ama biz onu “Daşaklı” olarak bilecekmişiz!  

 

Şekli ve tezatlarıyla komik duran “Daşaklı”nın iki yanında birer asker gardiyan, ayaklarını hafiften açmış, ellerini arkalarında kavuşturmuş, tehditkar gözlerini üzerimize dikmiş bekliyorlar. Biri esmerden de öte siyahi, diğeri sarışın. Her biri iki kişi iriliğindeki görüntüleriyle, cehennem zebanileri tasavvurlarını çağrıştırıyorlardı. 

 

“Daşaklı”nın kısa nutkundan sonra “Hoşgeldin merasimi”nin yapılacağı “Bulaşıkhane”ye  ikişer kişi alınmaya başladı. Oradan gelen şiddetli copların çıplak etle buluşma sesleri cezaevi koridorlarında yankılandı. Coplar arka arkaya iniyor, derinden duyulmaya başlayan iniltiler bir süre sonra bağırtı ve ardından çığlıklara dönüşüyordu. 

 

“Bulaşıkhane” devamlı ağırlanacağım bir mekandı artık. Ta ki, 1984 yazında başarıyla sonuçlandıracağımız açlık grevi direnişine kadar. 

 

16 Ocak 2022

Paylaş:

Yorumlar (0)

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!