Mehmet Güzel
25 Ekim 2025, 17:27 | Kadın
KADIN MÜCADELESİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ -1-
Resim: Tugay Karaşah
“Zincirleri vurmuşsa
Karanlıklar
kırılır
dünya aydınlandıkça” (Ahmet Harbali)
Kadın sorunu, günümüzün en önemli sorunlarından birini oluşturmaktadır. Bu önem, sorunun niteliğinden ve etkisinin genişliğinden ileri gelmektedir. Yaşamımızın her alanında bu sorunun yakıcı etkisiyle yaşıyoruz. Farkına varsak da varmasak da her davranış ve ilişkimizde bu sorunun çıkışı yer almaktadır. Nasıl etki etmesin ki? Dünya nüfusunun yarısını oluşturan bir kitlenin doğrudan doğruya içinde kavrulduğu bir sorundur bu. Nüfusun diğer yarısı da bu sorunun doğrudan muhatabıdır. Zira sorun, genel anlamda toplumun sorunudur. Kadın -Erkek ilişki ve etkileşimleri ortadan kalkamayacağına göre, kadının toplumsal konumu, toplumun tümünü doğrudan etkilemektedir.
Bu sorunun önemi böylesine büyük ve yaygın olduğu halde, önemine uygun bir yaklaşımla karşılanmadığı açıktır. Erkekler arasında genellikle burun kıvrılan bir yaklaşımla karşılanmakta, sorunun yükünü her hücresinde yaşayan kadın kitlesi içerisinde de ezici bir çoğunlukla kader olarak algılanmaktadır. Üzücü olan da budur. Kadın sorununun kadın kitlesi içerisinde gereken ilgiyi bulmaktan çok uzak olması ne kadar üzücüyse o kadar da doğaldır. Bu duyarsızlığın, ya da olması gerekenin çok gerisinde olan duyarlılığın tarihsel, toplumsal, siyasal ve elbette ki ekonomik nedenleri vardır. Bu nedenler de kadın sorununun temellerinden bağımsız değil, tersine iç içe durumdadır.
Son on-on beş yılda kadın sorunu ülkemizde, geçmiş dönemlere oranla daha yaygın olarak konuşulur, tartışılır oldu. Dolayısıyla yazınsal alanda bu sorun daha geniş olarak yer almaya başladı. Bunun yanı sıra kadın mücadelesinde İleri atılımlar gözlenir oldu. Bu sorunu salt ve soyut olarak ele alan yaklaşımlar ortaya çıkıp bir an etkinliğini hissettirdiyse de, bilimsel Marksist – Leninist perspektifle konuya yaklaşımların kendilerini göstermesiyle birlikte burjuva ve küçük burjuva sapma ve çarpıtmalar da gittikçe silikleşmeye başladılar.
Son dönemlerde kadın sorununa yaklaşımdaki canlılık ve bu alanda mücadelenin kimi gelişmeler kaydetmesi, kadınların mücadele alanında kendilerini daha fazla göstermeleri olumlu bir gelişmedir. Geçmiş dönemlere oranla ileri bir adım olan bu gelişmenin takdir edilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Bu açıdan küçümsenmemesi gerekir. Ancak yetinmek bir yana, yürünmüş olan yolun henüz yürünecek yolda bir arpa boyu bile olmadığı da bilinmelidir.
Marksizm kuramının kadın sorununu çözümlemesi, sorunun çözüm yolları konusundaki perspektifi açık ve bellidir. Bu sonunun ülkemiz özgülünde aldığı biçim, gelişmeleri, toplumun gelenek – görenekleri ve dinin etkisi, sosyal – psikolojik etki, vb. alanlarda sorunun derinlemesine değerlendirilmesini bu makale amaçlamamaktadır. O, daha çok, bilimsel araştırmayı ve çözümlemeleri gerektirir. Bu makale 8 Mart vesilesiyle, kadın sorununun tarihçesine, sorunun ana kaynağına, etki alanlarına, günümüzde ülkemiz toplumsal yapısında aldığı biçime ve sorunun çözümünün olmazsa olmaz koşullarına bir makale çerçevesinde değinmeyi amaçlamaktadır.
KADININ BUGÜNE GELİŞİ

Kadın sorunu, içinde bulunulan o toplumsal sistemle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu gerçek, sadece kadın sorunu için geçerli olmakla sınırlı değildir. Her sorun, onu çevreleyen sistemle doğrudan ve sıkı sıkı bağlantılıdır. Kadın sorunu için bu gerçek daha da önemlidir. Zira mevcut sistemin özel mülkiyet niteliği bu sorunun kaynağını ve etki alanlarını oluşturmaktadır. Sistemden bağımsız olarak ele alınırsa sorun tüm gerçekliğinden ve kaynaklarından koparılmış ve soyut bir olgu düzeyine indirgenmiş olur.
Kadın sorunu sistemle sıkı sıkıya bağlı olmasının yanı sıra bir de tarihsel gelişimiyle de yakından ilgilidir. Yani salt günümüzün bir sorunu gibi ele alınamaz. Ortaya çıkışı, aşılmış sistemlerde aldığı biçimler, bu süreç içerisinde kaydettiği nicel gelişimler, bugünü ve yarını şeklindeki tarihsel gelişim, bu sorunu belirleyen etkenlerdir. Zira nedenler, sonuçların şeklini belirler, sonuçlar da sorunun evrimsel gelişimini etkiler.
Kadının günümüzdeki toplumsal konumunun kökleri, özel mülkiyet ilişkilerinin ilk boy vermeye başladığı tarihsel döneme dek uzanır. Anaerkil dönemi, tarihte kadının ikinci sınıf cins olmadığı tek dönemdir. Bu da ilkel komünal topumun kolektif mülkiyet esasına dayanan toplum örgütlenmesi biçimine denk düşmektedir. Toplumun ihtiyaçlarının giderilmesinde kadın emeğinin ön planda olduğu, iş bölümlerinin henüz ortaya çıkmadığı, her şeyin birlikte üretilip birlikte paylaşıldığı, bunun yanı sıra insan türünün sürdürülmesinde, çocuk bakımı ve yetiştirilmesinde, barınakların hazırlanmasında, vb. işlerde etkin sorumluluk sahibi olan kadın, ilkel toplum örgütlenmesinde belirgin olarak ön plana çıkmaktaydı. Çok erkekli evlilik döneminde bunun başka şekilde olması da düşünülemezdi. Kadın- erkek arasındaki fiziksel güç dengesizliğinin de, insanın ilk oluşumundan itibaren ortaya çıktığı ciddi şüphe taşıyan bir anlayıştır. Kadın- erkek olarak toplulukların, cins ayrımı olmadan üretimin her alanında (avcılıkta, kök, bitki, ağaç kabuğu, vb. toplamada, doğal afetlere karşı koymada, kabile savaşlarında, hayvan saldırılarına karşı koymada, vb.) birlikte, yan yana olmaları fiziksel güç dengesizliğini olanaksız kılmaktadır. Zira, böyle bir fiziki güç dengesizliğini gerektiren ve bunu sağlayan hiçbir neden yoktur bu ilk dönemde. Doğuştan ölüme kadar aynı koşullar içinde bulunan, aynı fiziki hareketleri yapan, kaslarını eşit olarak işleten iki cins arasındaki fiziksel güç dengesizliğinin olması düşünülemezdi. Bu dengesizlik, doğal işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte ilk gerekçelerini oluşturmuş olmaktadır. Kadının çocuk bakımı, tarım barınak işleri, vb. alanında yer almaya başlaması, erkeğin ise avlanma, hayvanlarla boğuşma, savaşlara katılma gibi daha çok fiziksel güce dayanan, kas gücünün ön planda olduğu işlerde yer almaya başlaması, fiziksel güç dengesizliğinin ilk koşullarıydı. Ve yüzyıllar boyunca bu işleyişin sürmesi, iki cins arasında fiziksel güç dengesizliğinin doğmasına neden oldu. Etkin olarak kullanılmayan organların, çok uzun süreçler içerisinde gereksizleşerek köreldikleri, bildiğimiz bilimsel bir gerçekliktir. Bu bilimsel gerçeklik canlı her türün biyolojik evriminde kendini göstermektedir. Kümes hayvanlarında beşinci tırnağın gereksizleşerek tali plana düşmesi ve körelmeye yüz tutması, küçük ve büyükbaş hayvanlarda üçüncü tırnağın körelmeye yüz tutması ve bu hayvanların çift tırnaklı olmaları, insanın yirmi yaş dişi denilen dişin gereksizleşmesi ve yok olmaya aday olması, vs. her türün biyolojik evrimi ve dolayısıyla insanın da ilk doğuştan bu yana geçirdiği biyolojik evrim bunun kanıtıdır. Yani kadın cinsi ile erkek cinsinin fiziki güç dengesizliği, insan türünün ilk oluşumundan bu yana var olan bir dengesizlik değildir. İnsan türünün evrimleşmesi sürecinde ortaya çıkan doğal ve toplumsal iş bölümlerinde kadının yer aldığı konum ve binyıllar süresince bu konumlanışın yaratığı biyolojik evrim, kadının kas güçlerini erkeklere kıyasla daha az kullanması, fiziki güç dengesizliğini yaratmış ve bunu pekiştirmiştir. Bunda da kadının, insan türünün sürdürülmesinde taşıdığı belirleyici rolün büyük bir etkisi olduğu açıktır.
İlk insanlar korktukları, açıklayamadıkları, yaşamlarında çok büyük etkenlere kutsallık atfedip onları putlaştırarak tanrılaştırmışlardır. Somut gerçekliklerin tüm etkilerini bir putta toplayıp buna tapabilmişlerdir. Böylece taptıkları puta, yaşamlarında etken olan tüm gerçeklikleri ve soyut değerleri sığdırmışlardır. Putlar – tanrılar, o ilkel toplulukların yaşamlarındaki korkularına, ihtiyaçlarına, yaşamlarını etkileyen olaylara göre çeşitlilik göstermektedir. Toplumun örgütlenmesinde kadının etkin olduğu tarihsel dönemlerde kadın tanrıçalar ön plana çıkmaktadır. Kadın putların sayısı da ağırlıkta olmaktadır. Bereket tanrıçaları, güzellik tanrıçaları bu dönemin toplumsal şekillenmesinde kadının etkinliğinin göstergeleridir. Bereket tanrıçası olarak bilinen kadın heykelinde çok sayıdaki memelerde, kadının insan türünün devamındaki belirleyici rolüne duyulan saygı simgeleştirilmiştir. Aynı dönemde bu saygı, kadın cinsel organının kutsal sayılması ve buna tapılmasıyla ve daha birçok şekilde somutlaşmaktaydı.
Özel mülkiyetin temellerinin oraya çıkması ve bunun toplum şekillenmesinde belirleyici olmaya başlamasıyla birlikte kadının egemenliği son bulmaya başlamıştır. Bu dönemde artık fiziksel güç ve emek sömürüsü ön plana geçmekledir. Kadının saygınlığını ve putlaştırılmasını / tanrılaştırılmasını sağlayan tüm değerler tali plana itilmeye başlanmıştır. Artık güç tanrıları ön planda olmuştur. Erkek egemenliğini simgeleyen dinsel değerler şekillenip ön plana geçmeye, kadın tanrıçalar da azalmaya başlamıştır. Kölecilik sisteminde fiziksel gücü üstün olan erkek köleler daha değerli olmaktadır. Ancak daha önemlisi, artık toplum şekillenmesinde erkek egemenliği binyıllarca sürecek bir sürece girmiş olmaktadır. Bu sürece girişin ilk toplumsal sistemi olan köleci sistemde köle sahipleri, krallar, egemenler erkektirler. Kadın ve erkek tüm kölelerin yarattıkları değerlerin gaspına dayalı ilişki egemendir. Fiziksel gücü erkek cinsine oranla daha az olan kadının da değerlerine el konulmasıyla birlikte kadın tali plana itilmiş ve değersizleştirilmiştir. Özel mülkiyet egemenliğiyle birlikte kadın, binyıllar sürecek birçok yönlü ezilmişlik yolculuğuna başlamış oluyor.
Kadının özel mülkiyet ilişkileriyle başlayan cins olarak ezilişi ve ikinci plana itilişi, tüm özel mülkiyet sistemlerinde geçerli olmuştur. Köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak şekillenen özel mülkiyet sistemlerinde kadının konumu nitel olarak değişmemiştir. Tersine özel mülkiyet ilişkileriyle biçilen toplumsal, ekonomik, siyasi konumu özel mülkiyetin değişik sistemlerinde daha da pekiştirilerek bugüne gelinmiştir.
DİN VE KADIN

Din, insan toplumlarının açıklayamadıkları somut gerçeklere kutsallık ve doğa üstü değerler yükleyerek oluşturdukları felsefedir. Dinlerin doğuşları ve aldıkları biçimler, toplumların ortalama bilinç düzeyini yansıtır. Dinler, insanların ortalama bilinç düzeylerinin geriliğinin sonucudur. Ve din, toplumların genelinin değer yargılarını yansıtır. İlk insandan köleye – köle beyine, serfe – toprak ağasına, proletere – burjuvaziye kadar dinler toplum bireylerinden bağımsız bir olgu değildir. Ve genel olarak toplumların bireylerinin toplamınca yaratılmıştır. Çünkü toplumların genel olarak ortalama bilinç düzeyleri ve değer yargılarının sonucudur. Ancak egemen gücün elinde o egemen güce hizmet eden bir olgudur din. İlkel toplumlarda çoktanrılı dinler için de, daha sonraki tek tanrılı dinler için de bu böyledir.
Dinde kadının yeri de, toplumların gelişimi sürecinde onun toplumsal konumlanışına göre belirlenmektedir. Örneğin anaerkil dönemde putlarda somutlaştırılan din içerisinde kadının yeri, onun toplum şekillenmesindeki egemenliğini ifade etmektedir. Bu da tanrıçalarda, putlarda, tapınmanın her çeşidinde kendini göstermektedir.
Özel mülkiyetin şekillenmesiyle birlikte ise toplum şekillenmesinde kadının ikincil plana atılması ve hem ekonomik, hem de cins olarak yoğun sömürüye tabi tutulmasıyla birlikte kadının dindeki yeri de değişmiştir. Dinler, sınıfsal temele bağlı olarak erkek egemenliğine uygun olarak şekillenmeye başlamıştır. Bu da kadın kraliçelerin, tanrıçaların, putların vb. azalması ve artık erkek tanrıların, erkek putların, vb. ön plana geçmesiyle somutlaşmıştır.
İnsan tek tanrılı dine de erkek egemenliği içerisinde ulaştı. Dolayısıyla, tek tanrılı dinlerde de, sınıfsal şekillenmeye bağlı olarak kadınlara biçilen değer erkeğin yarısıdır. Dinler, erkek egemenliğinde, kadının toplumsal statükosunun korunması, pekiştirilmesi ve bunun sürekli kılınmasını amaçlamıştır bu konuda. Nasıl ki özel mülkiyetin egemenliğinin devamını sağlama işlevini yerine getiriyorlarsa, kadının da birçok yönlü baskı ve sömürü altına alınmış, cins olarak ayrıca egemenlik altına alınmış ve tali plana atılmış olan statükosunu da sürekli kılmayı hedeflemiştir. Çünkü tek tanrılı dinler erkek egemenliği sürecinde ortaya çıkmışlardır ve bu koşullarda dinde kadına başka türlü yer verilmesi de düşünülemezdi.
Toplumları belirleyen, ekonomik – siyasi yapı bütünlüğüdür. Din de, ekonomik yapıya uygun düşen siyasi yapının bir parçasıdır. Ancak toplumu en etkin şekilde etkisi altına alan bir olgudur. Çünkü topluma dayalı kökleri vardır. Bilimin gelişim düzeyinden yalıtılamazsa da, toplumun ortalama bilinç düzeyine bağlı olarak tüm toplumu etkisi altına alan bir inanıştır. Dolayısıyla psikolojik-alışkanlık yönler taşımasına rağmen, etkinliğinin temelinde toplumsal kökenler yatmaktadır. Marks’ın “din kitleleri uyuşturan bir afyondur” ifadesi de dinin bu etkinliğine işaret etmektedir. Dolayısıyla dinlerin toplumun geneli üzerinde geçerli etkinliği vardır. Bu da kadın – erkek farkı gözetmemektedir. Kadın cinsinin de -dinde kadına biçilen toplumsal konuma rağmen- dinin etkisi altında olmaması düşünülemezdi. Burada, yaşamın kendisinden kaynaklanan büyük bir çelişki vardır. Kadın cinsi, kendi esaretini mühürleyen bir felsefeye tapmaktadır! Bu, kadının kendini yitirişine en iyi ve somut örneklerden biridir. Tüm dinlerde kadının yeri aynıdır. Ve bu dinlerde kadın, bir araçtır, erkeğin bir kölesidir. Özel mülkiyete dayanan tüm üretim sistemlerinin gerçek yaşamda kadına biçtikleri statü gibi tüm dinlerde de kadın müthiş bir aşağılanmaya muhataptır. Feodalizmin temel üretim araçlarından biri olan toprakla özdeşleştirilerek erkeklere; “kadın sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi girin” şeklinde emretmesi, “kadının serkeşliğinden korkunca onlara nasihat verin, yatakta yalnız bırakın, onları dövün” diye akıl vermesi, erkeklerin elinde şekillenen dinin kadınlara bakışı konusunda yeterli bilgi vermektedir. İşte kadının da taptığı din, korkunç şekilde kadını aşağılayan bu dindir.
KAPİTALİZMDE KADIN

Köleci sistemde kadın, ilkel bir köleydi. Feodalizmde, küçük bir toprak parçası, ya da toprağı işleyen basit bir üretim aletiyle aynı değerde görülüyordu. Kadının bu durumu, dinde de “kadınlar tarlanızdır…” şeklinde yansımaktadır. Kapitalizmde de kadının konumu değişmemiştir. Kapitalizmde işçi nasıl bir ücretli köleyse, kadın da çift anlamda bir köledir. Hem kapitalizmin ücretli kölesi, hem de erkeğin ücretsiz kölesidir. Kapitalizmde Kadın, tarihinde en fazla aşağılanmasını yaşamaktadır. Teknolojinin getirdiği olanaklarla o, evrensel olarak basın ve yayında teşhir edilmekte, pazarlanmakla, bedeni satılmaktadır.
Özünde aile, kendi ilişki ve bağları içinde güçlü bir toplumsallık taşır. Kan bağlarından ve duygusal yakınlıklardan dolayı aile, kendi içinde güçlü dayanışma ve toplumsallık barındırır. Aile bireyleri, yeteneklerine göre üretir ve gereksinmelerine göre tüketirler.
Ancak kapitalizm, ailenin bu niteliğini ortadan kaldırmıştır. Kapitalizm, kendi sistem örgütlenmesinin en küçük çekirdeği haline getirmiştir aileyi. Sistemin yozluğu olan korkunç egoizm aileyi sarmış, bireyler arasındaki ilişkiler bu temelde çıkar ilişkileri yönünde şekillenmiştir. Aynı zamanda kurulan evlilikler, yine maddi çıkar temelinde kurulur, servet dağılımının önüne geçilmesi veya servetin büyütülmesi amacı evlilikleri belirler hale gelmiştir. Böylece kadın erkek arasındaki sevgi, saygı, aşk çok tali plana itilmektedir. Evliliklere kadın ve onun bütün varlıkları nikah yoluyla resmi olarak erkeğe tapulanır olmuştur. Bu durum kadına -sevse de sevmese de- erkeğe maddi, manevi, cinsel hizmet sunması, erkeğin resmi malı olması yükümlülüğünü getirmektedir. Çünkü nikah, aynı zamanda kadının kendini erkeğe tapulaması işlevini görmektedir. Ama bu ilişkide erkek “tapulanmamıştır”. Çünkü onun, evlendiği kadından başka kadınlarla dilediğince yaşaması için önüne büyük olanaklar dizilmiştir. Sevgi temeline dayanmayan evlilikte erkek böylece sevmediği kadına katlanmak zorunda kalmadan maddi-manevi çıkarını sağlayabilmekte, dilediğinde de ekstra olarak “tarlasına dilediğince girebilmektedir”. Ancak kadın, tapulanmış olduğu erkeğe katlanmak zorundadır. Maddi, manevi ve cinsel olarak başka bir olanağa sahip değildir. Ve daha çok geniş olarak ifade edilebilecek olan olgu, kapitalizmin egemenliğin de kadının uğradığı cinsel sömürünün aldığı biçim olgusudur. Ancak kapitalizmde kadının sömürüsü bununla da kalmamaktadır. Bir yanda dinin kadına bakışı egemen kılınıp, soyut ahlak-namus, gelenek – görenek kuralları zinciriyle bağlanırken diğer yandan kadının cinselliği en yaygın şekilde meta olarak pazarlanmaktadır. Her şeyin meta olduğu, her değerin para ettiği, ahlak kurallarının azami kar güdüsü tarafından belirlendiği bu sistemde kadının cinselliği de bir meta olarak sermaye tarafından tepe tepe kullanılmaktadır. Ve insanın oluşumundan bu yana hiçbir dönemde kadının cinselliği bu kadar sömürüye maruz kalmamıştır. Cinsellik bir rüşvet, bir tuzak biçimi, bir komplo aracı, yozlaştırma aracı, en yaygın haliyle de ve akla gelen ilgili-ilgisiz her alanda reklam aracı ve yine en yaygınlardan biri olarak sektör alanı vb. duruma getirilmiştir.
Kapitalizmin tüm emekçi kitleler için yarattığı ağır ekonomik sorunlar aile kurumunu sarsan temel etkendir. Bu durum kadını ev işleri gibi başlı başına ağır bir sorumluluğun yanı sıra ev dışında çalışmaya yöneltmiştir. Aynı neden, çocuğu da çalışmaya sevk etmiştir. Bu da sermayenin ucuz iş gücü kaynağıdır. Böylece evde üretime dönüşen kadının işgücünün sistem tarafından dolaylı olarak karşılıksız el konmasının yanı sıra, doğrudan doğruya sermaye tarafından kadının ekonomik sömürüsü de gerçekleşmiş olur.
Kapitalizmin yapısal ve çözümsüz hastalığı olan iş istihdamı sorunu göz önünde bulundurulduğu zaman, ağır ekonomik baskılar altında kavrulan, ancak iş bulamayan kadın kitlesinin sistem tarafından fuhuş sektörüne yöneltildiği açıkça görülür. Fuhuş, kapitalizmin kendisinin katmerleştirdiği ve kapitalizmin bundan vazgeçemeyeceği, kadının lime lime satıldığı bir sektördür.
Kapitalizmin aileyi tehdit etmesi ve dağıtması, kendini en somut olarak boşanmalarda göstermektedir. Yapılan evliliklerin %50’sinden fazlası boşanmayla sonuçlanmaktadır. Bunların da ezici çoğunluğunun resmi gerekçesi, şiddetli geçimsizliktir. Şiddetli geçimsizlik ekonomik geçimsizlik temeline oturmaktadır.
Ayıca bu sistemde kadının güvencesinin olmayışı, gelenek – görenekler sosyal koşulların olumsuzluğu, vb. nedenlerle boşanmayla sonuçlanmayan evlilikler, mutlu evlilikler değildir. Tersine, yine ezici bir çoğunluğu yine şiddetli geçimsizlikle sürmektedir. Ancak boşanma, bu sistemde kadının cehennem ortamına atılması anlamına gelmektedir. Bunu, koşullardan dolayı göze alamayan kadınlar, bir başka cehennemi göze almaktadır. Bu da, mutsuzca, erkeğin dayağı, cinsel tecavüzü, toplumdan eve kapatılmışlığı vs. ortamıdır.
Sonuçta kapitalizmde kurulan evliliklerin çok azı sevgiye dayanmaktadır ve çok az bir oranı mutlu bir aile kurumunu sürdürebilmektedir.
Kısa bir makalede kapitalizmde kadının düşürüldüğü durumun ayrıntılarıyla ve uzun uzadıya dökümünün yapılması, makalenin çerçevelerini aşacağı için, kısaca; Kapitalizm, kadını, tarihi boyunca en çok aşağıladığı, en çok yönlü sömürüye tabi tuttuğu sistemdir demek yeterli olacaktır.
8 Mart 1992
(Devam edecek)
Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
