Atak Logo

Atak Menü

Fikri Günay

Fikri Günay

29 Eylül 2025, 19:58 | Ülke

DEMOKRASİ (Devrim) GÜÇLERİ NE YAPMALI? (Fikri Günay)

 

 

Osmanlı İmparatorluğu, I. Paylaşım Savaşı’nın sonunda, doğal diyalektik yasalar gereğince, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin antagonizmaya dönüşmesiyle; dünyadaki diğer feodal imparatorluklardan öz ve biçim olarak farklı olmasından dolayı (Asya tipi üretim ilişkileri), 600 yıllık ömrünün son 200 yılını “hasta adam” benzetmesiyle geçirmiştir. Asya’dan Avrupa’ya işgal ettikleri ülke halklarının âh u figan içerisinde dağılmasıyla, imparatorluğun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, benzetmek gibi olmasın ama aynı akıbeti yaşayacak gibi görünmektedir.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan beri —Kurtuluş Savaşı kuşağı hariç— 68 kuşağından biri olarak, gerçekten de 20’li yaşlarımızdan sonra bazı gerçekleri öğrenebildik.

Nedir bu gerçekler?

 

Kendi adıma söyleyeyim: Hem Osmanlı İmparatorluğu hem de onun külleri arasından, bir Anka Kuşu misali kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hakkında aleyhte olabilecek hiçbir bilgim yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten tüm padişahlar (son padişah Vahdettin hariç) ve Kurtuluş Savaşı’nda asker ve sivil önderler hakkında övgüden başka hiçbir şey bilmiyordum.

 

Örneğin, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in, oğlunu cellada teslim ettikten sonra kapı aralığından izlediğini hiç duymamıştım. Aynı şekilde, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in, Samsun’a çıktığı günden 29 Ekim 1923’e kadar Kürt aşiretleriyle mektuplar ve ulaklar aracılığıyla temas hâlinde olduğunu da bilmiyordum. Çünkü ders kitaplarında bunlar yoktu! Düşünüyorum da; en az 20 yaşına kadar ailesi ve devlet tarafından nice emeklerle yetiştirilen bir genç, çok daha önce bilmesi gerekenleri bu yaştan sonra öğrenirse ne yapar? Herkesin düşündüğünü yapar, değil mi? Yani, isyan eder!

 

Öyle de oldu. Kurtuluş Savaşı’nı, Anadolu’da halkların ilk isyanı kabul edersek —ki Şeyh Bedrettin İsyanı da vardır en azından—, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana 1921 Anayasası’nın 1924’te değiştirilmesiyle başlayan dinî ve etnik halklar üzerindeki baskılar; irili ufaklı isyanlardan, 23 yıldır iktidarda olan AKP ve sonradan eklenen MHP’nin faşist yönetimine kadar uzanmıştır. İç barış için TBMM’de kurulan komisyona her şeyi havale edip, dışta ise 2008 bunalımından beri belini doğrultamayan emperyalizmin patron rolündeki Trump’tan icazet almaya gitmek zorunda kalmaları; başta ekonomi olmak üzere sosyal ve siyasal bunalımlardan dolayı çırpınırken, sandık demokrasisine güvenmeyen Türkiye Devrimci Hareketi’nin de geçmişten bugüne uzanan mirasını biraz hareketlendirmiş gibidir.

 

Şöyle ki; Türkiye Devrimci Hareketinin uzantısı olan yapılar, bazı kadroları vasıtasıyla birlikten, dayanışmadan, birleşik devrimci mücadeleden bahsetmeye başlamışlardır.

 

Gençler başta olmak üzere, yaşadığı toprakları ve halkını doğal olarak sevmesi gerekenler, birbirlerini neden düşman bilirler ve bunu da doğal kabul ederler? Halklar iradeleri dışında neden savaşa girerler?

 

Bu sorular o kadar çoktur ki; tümünün nedenlerini kavramak ve bunun için doğru olan yaşamı bulmak, insanın insan olduğundan beri sorunu olmuştur. Dünya ve ülke koşulları sürekli değişmek zorundadır. Bu zorunluluk bilindiği hâlde, ister istemez birçok insan “Bu halk adam olmaz, bu kadar açlığa ve baskıya rağmen hâlâ isyan etmiyorlar!” gibi önyargılı sorular sorar.

 

Elbette bu tür boş yargıları dile getirenlerin tümü sıradan insanlar değildir; belli dönemlerde bedel ödeyenler de olmuştur.

 

Halkların, devlet denilen bir yapıyla yönetilmeye başlanmasından beri —site devletlerinden köleci devletlere geçişle hız kazanan—, ütopik sosyalistlerden başlayıp Hegel felsefesiyle şekillenmeye başlayan sınıflar mücadelesi; Marks-Engels ile zirveye ulaşmış, Lenin ile Rusya’da pratik uygulamasını gördüğümüz sosyalist sistem, II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Çin, Vietnam, Küba vb. ülkelerde emekçi halkların kapitalist pazardan kopmasıyla 70 yıl boyunca umut olmuştur. Ancak 1990’lardan sonra tarihe karışmasıyla, tüm dünyada sınıf ve özgürlük mücadelesi ivme kaybetmiş; kapitalist-emperyalist sistem de bilhassa 2008’den beri çıkamadığı sürekli bunalım nedeniyle III. Paylaşım Savaşı’nı ancak Ortadoğu’da sürdürebilmiştir.

 

Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye Cumhuriyeti’nde 23 yıldır iktidarda olan partinin bir numarasının, son adı “neo-emperyalizm” olan sistemin liderleri karşısındaki duruşu; dilinden düşürmediği “yolun sonu”nu göstermektedir. Bu, yanlış veya eksik bir çıkarım olamaz. Ve şu anda muhalefetin başını çeken CHP, uzun vadede halklar için bir umut olamaz.

 

Ancak kısa vadede —öncesi de vardır mutlaka— bilhassa 1965’ten bu yana toplumsal mücadelede yer alan kişi ve siyasi yapıların, günün koşullarına göre halkların birleşik devrim mücadelesini örgütleyecek yeteri kadar deneyimli kadroya sahip olduklarını düşünüyorum.

 

Son günlerde okuduğum birçok yazıda; eli kalem tutan, her görüşten deneyime sahip, devrimci duruşunu kaybetmemiş insanların, sorumluluk almamasından başka bir engel görünmüyor halklara öncülük etmeleri için.

 

Yoksa seçim olur da başka bir alternatifin olmadığı bu ortamda, iktidara gelme olasılığı olan CHP ile mücadele, bugün iktidara karşı verilen mücadeleden farklı olmaz.

 

Demokrasi (devrimci) güçlerinin, bağımsız halkların birleşik devrimci mücadelesinden başka yolu yoktur. Bunun nereden başlaması gerektiğini, gelecek makalemde düşüncelerimle tartışmaya çalışacağım.

Paylaş:

Yorumlar (0)

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!