Atak Logo

Atak Menü

Haydar Avşar

Haydar Avşar

15 Haziran 2025, 22:22 | Dünya

ALEVİLİĞİN ONTOLOJİK DİRENİŞİ (Haydar Avşar)

ALEVİLİĞİN ONTOLOJİK DİRENİŞİ (Haydar Avşar)

Sınıfın Kurucu Gücü ve Kimlikçi Egemenliğin Krizi Bağlamında Bir Analiz 

 

 

Özet 

 

Bu makale, Alevilik, sınıf mücadelesi ve kimlik siyasetleri arasındaki karmaşık ilişkiyi anti-emperyalist ve bütüncül bir perspektifle ele almaktadır. Modern sol ve feminist hareketlerin Alevilik sorununa yaklaşımındaki sınırları tartışırken, Aleviliğin sadece bir kimlik değil; tarihsel-toplumsal bir direniş formu olduğunu vurgular. Aleviliğin kolektif yaşam pratikleri ve eşitlikçi değerleri gibi özgün ontolojik ilkelerinin, kapitalist egemenliğin dayattığı bireyci ve parçalayıcı kimlik çağrılarına karşı sınıfın kurucu gücünü yeniden inşa etme potansiyeli taşıdığı ileri sürülür. Ulus, din, etnisite ve cinsiyet gibi ayrımların, kapitalist egemenlik yapıları tarafından işlevselleştirilerek sınıfın bütünleştirici gücünün bastırıldığı analiz edilir. 

Makale, Nancy Fraser’ın tanınma ve yeniden dağıtım siyaseti ayrımı, Louis Althusser’in ideolojinin özneyi kurma mekanizmaları, Niyazi Berkes’in sekülerleşme analizi, Slavoj Žižek’in semptom teorisi, Silvia Federici’nin komünal yaşam formları üzerine düşünceleri, Benedict Anderson’ın hayali cemaatler kavramı, Talal Asad’ın sekülerlik oluşumları ve David Harvey’in neoliberalizme dair analizleriyle teorik olarak temellendirilir. Türkiye’deki kurumsal laiklik eksikliği, din-devlet birliği uygulamaları ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni İslam odaklı yapısının Alevi asimilasyonundaki rolü, bu çerçevede derinlemesine incelenir. Makale, Türk-Kürt Sünnilik ortaklığının Alevilere yönelik ayrımcılıktaki rolüne de değinir. Aleviliğin ontolojik ilkeleriyle sınıfın yeniden kurucu rolü arasında kurulan bağ, sosyalist bir yeniden kuruluş stratejisinin temelini oluşturmaktadır. 

 

Anahtar Kelimeler: Alevilik, sınıf mücadelesi, kimlik siyaseti, emperyalizm, sosyalizm, kadın, ulus, ideoloji, laiklik, Diyanet. 

 

Giriş 

 

Kapitalist modernitenin hegemonik ideolojileri, bireyi etnik, dinsel ve cinsel kimlikler etrafında parçalayarak sınıfın bütünleştirici ve kurucu gücünü görünmez kılar. Kimlik siyaseti olarak kodlanan bu yönelim, ulus, din, etnisite ve cinsiyet temelindeki ayrımları “temsili adalet”in zemini olarak sunarken, gerçekte işçi sınıfının politik ve tarihsel özneleşmesini bastırmaktadır. Alevilik ise bu parçalanmış kimlik formlarının dışında duran, tarihsel olarak bir “ontolojik bütünlük” öneren ve modern kategorileri aşan bir özgürlük zemini sunar. Bu makale, Aleviliğin bu özgün direnişini, sınıfın kurucu gücüyle olan diyalektik ilişkisini ve kimlikçi egemenliğin krizini anti-emperyalist bir çerçeveden analiz etmeyi amaçlamaktadır. 

 

  1. Kimlikçi Egemenliğin Yatay-Dikey Kesişimi: Sınıfın Bastırılması 

Günümüzün egemen kuramlarında yaygınlaşan “kesişimsellik” (intersectionality) yaklaşımı, ilk bakışta çoklu ezilme biçimlerini (ırk, cinsiyet, sınıf, cinsel yönelim vb.) açığa çıkarma vaadi taşımaktadır. Ancak bu yaklaşımların önemli bir kısmı, toplumsal çelişkileri temelden besleyen sınıf mücadelesi ekseninden kopararak, çokluk içinde etkisizleştirilmiş kimlik taleplerine dönüştürmektedir. Böylece sınıf, Nancy Fraser’ın “tanınma siyaseti” (politics of recognition) ile “yeniden dağıtım siyaseti” (politics of redistribution) ayrımında işaret ettiği gibi, genellikle ikincil bir konuma itilmekte, yalnızca bir değişken olarak ele alınmakta ve kurucu tarihsel özne olma niteliğinden yoksun bırakılmaktadır. Fraser’a göre sorun, bu iki siyasetin birbirinden koparılması veya birinin diğerinin önüne geçmesidir. Özellikle neoliberal dönemde, tanınma siyaseti ön plana çıkarılarak yeniden dağıtım siyaseti yani sınıf mücadelesi göz ardı edilmiştir. Kimlik siyasetleri, yapısal ekonomik eşitsizliklere dokunmadan, sadece kültürel tanınma ve “temsili adalet” yanılsaması sunarak kapitalist sistemin devamlılığını kolaylaştırmaktadır. 

 

Bu durum, kapitalist egemenlik yapısının sorgulanmadan kalmasına zemin hazırlar. Egemen ideoloji, Louis Althusser’in vurguladığı gibi, bireyleri farklı kimlikler üzerinden “çağırarak” (interpellation) onları fragmanlaşmış öznelliklere dönüştürür ve sınıf çelişkisinin üzerini örter. İdeolojik Devlet Aygıtları (İDA’lar – ISAs) aracılığıyla işleyen bu “çağırma” mekanizması, bireyleri parçalanmış kimliklere indirgeyerek, onların ortak sınıfsal çıkarlarını ve kolektif özneleşme potansiyellerini gizler. Kimlik siyaseti, tam da bu ideolojik mekanizmanın bir uzantısı olarak işlev görür. Sınıfın evrenselleştirici ve birleştirici gücü yerine, bireylerin farklı kimlikler etrafında gruplaşmasını teşvik eder. Bu durum, kapitalist egemenliğin, farklı kimlik grupları arasındaki çelişkileri derinleştirerek veya manipüle ederek, asıl sınıf çelişkisinin üzerini örtmesini ve böylece kendi yapısal dokunulmazlığını sürdürmesini sağlar. Makalemizin argümanı, Aleviliğin bu parçalayıcı kimlik çağrılarının ötesinde, kendi özgün “ontolojik bütünlüğü” ve direniş pratikleriyle, sınıfın yeniden kurucu gücüyle birleşerek, bu ideolojik hegemonyayı kırma potansiyeli taşıdığını ileri sürmektedir. 

 

  1. Aleviliğin Sınıfla Kesişmeyen Politikleştirilmesi: Solun Sınırı 

Türkiye solunun önemli bir kesimi, Alevilik sorununa sınıf perspektifiyle değil, daha çok seküler-liberal kimlik tanınması talepleriyle yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım, Aleviliğin tarihsel ve ontolojik derinliğini göz ardı ederek onu dar bir “inanç grubu” veya “kültürel kimlik” çerçevesine indirger. Oysa Alevilik, tarihsel olarak yalnızca bir inanç veya kültürel bir kimlik değil, bir yaşam pratiği, toplumsal bir örgütlenme biçimi, bir etik-politik zemin ve ontolojik bir duruş sergiler. 

 

Bu yaklaşımındaki eksiklik, Niyazi Berkes’in Türkiye’deki modernleşme ve sekülerleşme süreçlerine ilişkin analizleri bağlamında da değerlendirilebilir. Berkes, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin sekülerleşme projesinin, dini modernleşme paradigması içinde “ehlileştirme” veya “dışarıda bırakma” eğiliminde olduğunu gösterir. Bu bağlamda, Alevilik de modern devletin tek tip vatandaş ve din anlayışına uymayan bir “anomali” olarak görülmüş, ya dönüştürülmeye çalışılmış ya da görmezden gelinmiştir. Türkiye solu da, çoğu zaman bu seküler-modernist bakış açısının etkisi altında kalarak, Aleviliğin kendine özgü komünal ve anti-hiyerarşik yapısını, devletten bağımsız etik-politik duruşunu ve derin toplumsal örgütlenme biçimini yeterince kavrayamamıştır. Bu durum, solun Aleviliği bir “azınlık sorunu” veya “inanç özgürlüğü” talebi olarak ele almasına, ancak onun sınıf mücadelesiyle olan ontolojik ve tarihsel bağını kuramamasına yol açmıştır. 

 

Slavoj Žižek’in ideoloji ve semptom üzerine düşünceleri, bu sınırlı yaklaşımı anlamamıza yardımcı olabilir. Žižek’e göre, ideoloji genellikle bir “boşluk” veya “çatlak” etrafında örülür ve bu boşluğu kapatmak için semptomlar üretir. Türkiye solunun Aleviliğe yaklaşımında, Alevi kimliğinin “tanınma” taleplerine indirgenmesi, kapitalist tahakkümün ve sınıf sömürüsünün asıl sorunlarını maskeleyen bir ideolojik semptom olarak okunabilir. Bu, sistemin temel çelişkisine (sınıf sömürüsü) dokunmadan, yüzeysel bir “çözüm” (kimlik tanınması) sunarak mevcut yapıyı sürdürmesine hizmet edebilir. Žižek, gerçek bir siyasal müdahalenin, semptomu aşarak altta yatan yapısal çelişkiyi hedef alması gerektiğini savunur. Dolayısıyla, Aleviliğin yalnızca bir kimlik olarak politikleştirilmesi, onun aslında anti-sistemik potansiyelini ve sınıf mücadelesiyle olan içsel bağlantısını gözden kaçıran bir semptom olabilir. 

 

Silvia Federici’nin özellikle Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation adlı eserinde ele aldığı gibi, kapitalizmin doğuş süreci, sadece ekonomik sömürünün artışı değil, aynı zamanda komünal yaşam biçimlerinin, ortak mülkiyetin ve kadınların toplumsal konumunun şiddetli bir şekilde bastırıldığı bir dönemdir. Federici, bu ilksel birikim sürecinin, kapitalist üretim ilişkilerini kurarken aynı zamanda alternatif yaşam formlarını yok ettiğini gösterir. Bu perspektiften bakıldığında, Alevilik, modernleşme ve kapitalist yayılmacılığın dayattığı bireyci ve parçalayıcı yapıya karşı, kendi bünyesinde ortaklaşmacı, eşitlikçi ve komünal değerleri barındıran bir “artık” veya “direniş odağı” olarak görülebilir. Aleviliğin cem ritüelleri, lokma kültürü, rızalık ilkesi ve kadın-erkek eşitliğine verdiği önem, kapitalizm öncesi komünal ve anti-sistemik yaşam formlarının izlerini taşır. Modern solun, Aleviliğin bu derin kolektivist ve anti-sistemik yönünü gözden kaçırarak onu sadece “seküler-liberal” kimlik tanınması bağlamında ele alması, aslında Aleviliğin sosyalist tahayyül için sunduğu daha köklü ve alternatif bir kolektivizm biçimini anlamadığı anlamına gelir. 

 

  1. Ulus, Etnisite ve Din İçinde Hapsetmenin Tehlikesi 

Ulus, etnisite ve din temelli politik alanlar, kapitalist modernitenin tarihsel olarak yarattığı egemenlik araçlarıdır. Bu yapılar, hem Benedict Anderson’ın “hayali cemaatler” (imagined communities) olarak tanımladığı egemen ulus ideolojisinin yeniden üretimini sağlar hem de ezilen ulus ya da inanç gruplarını, kendi tarihsel ve ontolojik belleğinden kopararak hegemonik yapıya entegre eder. Anderson’ın analizi, ulusun doğal bir varlık değil, medya, eğitim ve bürokrasi gibi araçlarla inşa edilen, derin bir kültürel bağlılık hissi yaratan bir kurgu olduğunu ortaya koyar. Bu kurgu, sınıf farklılıklarını ve diğer çelişkileri ulusal bir bütünlük yanılsamasıyla örter. 

 

Talal Asad’ın “Sekülerliğin Oluşumları” (Formations of the Secular) adlı çalışmasında belirttiği gibi, sekülerizm tarafsız bir olgu değil, dinin tanımlanma, sınıflandırılma ve iktidar ilişkilerine eklemlenme biçimidir. Asad, modern seküler devletin, belirli dini pratikleri meşru kılarken diğerlerini dışladığını, hatta baskı altına aldığını gösterir. Bu, Aleviliğin modern devlet tarafından “dışarıda” bırakılması veya “ehlileştirilmesi” süreçlerini açıklar; Alevilik, sekülerizmin kendi “din” tanımına uymadığı için marjinalleştirilir veya asimile edilmeye çalışılır. Bu, Aleviliğin devlet tarafından tanınma talebinin, paradoksal olarak, onun ontolojik özerkliğini ve direniş potansiyelini kaybetmesine neden olabileceği anlamına gelir. 

 

David Harvey’in neoliberalizm ve emperyalizme ilişkin analizleri, küresel kapitalizmin yerel kimlikleri ve farklılıkları nasıl manipüle ettiğini, onları böl-yönet stratejisinin bir parçası haline getirerek sınıfın birleşik gücünü nasıl dağıttığını gözler önüne serer. Neoliberalizm, piyasa güçlerinin hakimiyetini sağlarken, toplumsal dayanışma ağlarını parçalar ve bireyleri tüketici kimliklerine indirger. Bu süreçte, etnik ve dini farklılıklar da mobilize edilerek, toplumsal gerilimler ve çatışmalar sınıf mücadelesinin önüne geçirilir. Bu bağlamda, Aleviliğin ulus, etnisite veya dinin dar kalıplarına hapsedilmesi, onun anti-sistemik potansiyelini nötralize etme ve kapitalist egemenliğin hizmetine sunma tehlikesi taşır. 

 

  1. Türkiye’de Sünniliğin Rolü ve Kurumsal Laiklik Eksikliği 

 

Sünnilik, İslam’ın en büyük mezhebi olarak Türkiye’deki toplumsal ve siyasal yaşamda merkezi bir rol oynar. Ancak bu rol, tarihsel süreç içerisinde belirtildiği gibi karmaşık ve çok yönlü bir nitelik taşımıştır. Sünniliğin hem toplumu birleştirici bir faktör olarak işlev görmesi hem de Alevi asimilasyonu, baskı ve hatta katliamlarda mobilize edici bir araç olarak kullanılması arasındaki gerilim, Türkiye’nin laiklik, din ve kimlik politikalarının temelini oluşturur. 

 

Türkiye’deki laiklik anlayışı ve uygulaması, Batı’daki “din ve devlet işlerinin kesin ayrılığı” (separation of church and state) ilkesinden oldukça farklıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın varlığı, bu ayrımın kurumsal olarak sağlanamadığının en belirgin göstergesidir. Diyanet, doğrudan devlete bağlı, merkezi bir idare içinde yer alan bir kurum olup, bütçesi genel vergilerden karşılanır. Osmanlı dönemindeki Şeyhülislamlık makamının mirasını devralan Diyanet, din hizmetlerinin devlet tarafından organize edildiği ve büyük ölçüde Sünni İslam mezhebine göre yerine getirildiği anlamına gelir. Laiklik, devletin tüm inançlara eşit mesafede durmasını gerektirirken, Diyanet’in tek bir inancı (Sünni İslam’ı) finanse etmesi ve desteklemesi, diğer inanç gruplarının ayrımcılığa uğramasına yol açar. 

 

Bu kurumsal yapı, Diyanet’in bir yandan devlete karşı gelebilecek dini hareketleri kontrol altında tutma ve dini siyaset dışı alana hapsetme aracı olarak işlev görmesini sağlamışken, diğer yandan dini söylemi standardize ederek devletin istediği yönde ehlileştirme işlevi görmüştür. Alevi toplumunun cemevlerinin ibadethane statüsünü reddetmesi, Alevi inancının Diyanet müfredatında yer almaması ve zorunlu din derslerinin Sünni ağırlıklı olması gibi uygulamalar, Alevi asimilasyonuna yönelik devlet politikalarının bir parçası olarak işler. 

 

Bu durum, aynı zamanda Türk-Kürt Sünnilik ortaklığı bağlamında da ele alınmalıdır. Etnik Türk veya Kürt kökenli Sünni Müslümanların paylaştığı ortak dini referanslar, Diyanet’in politikalarıyla pekiştirilerek, ulusal birliği sağlamanın ve sınıfsal çelişkileri perdelemenin bir aracı haline gelir. Bu ortaklık, Alevi inancının “yeterince İslami olmama” algısını besler ve Alevilere yönelik dışlayıcı tutumları meşrulaştırabilir. Bunun en trajik sonuçları, Alevilere yönelik “Neden oruç tutmuyorsun?”, “Neden namaza girmiyorsun?” gibi sorularla başlayan baskılarla sınırlı kalmayıp, bıçaklı saldırılara, cinayetlere ve Alevi köylerine zorla cami yapılmasına kadar varabilmektedir. Geçmiş katliamlarda (Maraş, Çorum, Sivas gibi) camilerin birer toplanma yeri olarak kullanılması, Sünni kimlik ve söylemin nefret ve şiddeti körüklemek için nasıl araçsallaştırılabildiğinin acı bir kanıtıdır. Bu, Sünniliğin radikal yorumlarının toplumsal çatışmaları derinleştirmedeki tehlikeli potansiyelini göstermiştir.

 

  1. Sınıfın Kurucu Gücü ve Aleviliğin Ontolojik Direnişi: Taleplerin Diyalektiği 

 

Sınıf, yalnızca üretim ilişkilerindeki konumuyla tanımlanan bir kategori değil, aynı zamanda toplumun yeniden kuruluşunda kurucu bir güçtür. Bu kurucu potansiyel, sınıfın yalnızca ekonomik bir değişken olarak değil, aynı zamanda politik bir özne olarak ele alınmasını gerektirir. Bu noktada, ontolojik direniş olarak Alevilik, sınıfın bu kurucu gücüyle derin bir bağ kurar. Alevilik, Batılı modernleşmenin dayattığı bireyci ve parçalanmış varoluş biçimlerine karşı, cemal cemale durmak gibi pratiklerle kolektif ve bütüncül bir varoluş önerir. Bu bütünlük, kapitalist yabancılaşmaya (alienation) karşı duran, rızaya dayalı, eşitlikçi ve komünal bir etik zemin sunar. 

 

Aleviliğin tarihi boyunca devlete ve egemen dini otoritelere karşı sürdürdüğü direniş, onun anti-hegemonik ve ontolojik olarak dönüştürücü karakterini ortaya koyar. Bu direniş, sadece baskıya karşı bir tepki değil, aynı zamanda alternatif bir toplumsal düzen tahayyülünün ifadesidir. Aleviliğin “insan-ı kamil” arayışı, doğa ile uyum, rıza şehri gibi kavramları, kapitalist tahakkümün parçalayıcı ve sömürücü doğasına karşı bütüncül bir varoluş felsefesi sunar. 

 

Alevi toplumunun devlet ve egemen yapılar karşısındaki talepleri karmaşık ve çok katmanlıdır. Alevilerin kendi yaşam felsefeleri ve “insan-ı kamil” arayışları, bireyi merkeze alan ve hakları genellikle devlet-birey ilişkisi üzerinden tanımlayan liberal insan hakları anlayışının ötesine geçer. Alevi inancındaki “can cana eşitlik, “rızalık,” “yol kardeşliği,” “cemal cemale durmak” gibi kavramlar, sadece yasal güvencelerle sağlanamayacak kadar derin bir toplumsal adalet, dayanışma ve insani ilişkiler vizyonunu içerir. Bu vizyon, adaleti sadece hukuki bir ilke olarak değil, aynı zamanda varoluşsal ve toplumsal bir pratik olarak kavrar. 

 

Ancak, Alevilerin bu derin ve kapsayıcı felsefelerine rağmen, içinde yaşadıkları ulus-devlet yapısı ve kapitalist sistem onlara karşı tarihsel olarak ayrımcılık, baskı ve inkar politikaları uygulamıştır. Bu gerçeklik karşısında, Aleviler, temel yaşam haklarını, inanç özgürlüklerini ve eşit yurttaşlık taleplerini dile getirmek zorunda kalmışlardır. Cemevlerinin ibadethane statüsü, zorunlu din derslerinin içeriği, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı, Alevi örgütlenmelerinin hukuki statüsü ve geçmiş katliamların aydınlatılması gibi talepler, bu bağlamda hem kimliksel tanınma arayışını hem de genel demokratik haklar mücadelesini yansıtır. Bu durum, Alevilerin burjuva demokratik hakları (eşitlik, özgürlük, ayrımcılığa karşı korunma vb.) talep etmesini, kendi felsefelerinin insan haklarının boyutunu aşmasıyla bir çelişki olmaktan çıkarır; aksine, bu bir mücadele stratejisidir. Bu talepler, o derin felsefenin kamusal alanda var olabilmesi ve toplumsal değişimi tetikleyebilmesi için zorunlu bir adımdır. 

 

Sınıfın kurucu gücü, Aleviliğin sunduğu bu ontolojik zeminle birleştiğinde, sadece ekonomik bir sömürüye karşı değil, aynı zamanda varoluşsal bir yabancılaşmaya ve kimliksel parçalanmaya karşı da mücadele etme potansiyeline sahip olur. Bu, sınıfın salt bir ekonomik kategori olmaktan çıkıp, tüm toplumu dönüştürecek bir politik iradeye dönüşmesini sağlar. Bu dönüşüm, kimlikçi ayrımları aşarak, ortak insanlık onuru ve kolektif özgürleşme temelinde yeni bir toplumsal formasyonun inşasını hedefler. 

 

Sonuç: Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Bütünlüklü Bir Özgürlük Tahayyülü 

 

Emperyalist kapitalizm, kimlikçi yönetim biçimleriyle halkları bölmekte, çokluk içinden parçalanmış özneler üretmektedir. Sınıfın kurucu gücünün bastırılması, kimlik politikalarının “temsilci” yapılar eliyle sürdürülmesiyle sağlanmaktadır. Bu süreçte, emperyalizmin küresel tahakkümü ve kapitalizmin yapısal eşitsizlikleri, ulus, din ve etnisite üzerinden yaratılan ayrılıkları derinleştirerek, ezilenlerin birleşik mücadelesini zayıflatmaktadır. Türkiye özelinde, din-devlet birliği, Türk-İslam Sentezi ve Türk-Kürt Sünnilik ortaklığı gibi yapılar, bu kimlikçi egemenliği pekiştirerek Alevilere yönelik baskı ve dışlamayı derinleştirmektedir. 

 

Gerçek bir özgürleşme ise yalnızca sınıfın yeniden tarihsel özne haline gelmesiyle mümkündür; ancak bu, Aleviliğin sunduğu gibi, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ontolojik bir bütünlüğü hedefleyen, kolektif ve komünal yaşam biçimlerini yeniden diriltecek bir tahayyül ile mümkün olacaktır. Bu, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadele zemininde, tüm ezilenlerin sınıfsal temelde birleşerek, parçalı kimlik siyasetlerinin dayattığı ayrımcılıklara ve baskılara karşı bütünlüklü bir özgürlük tahayyülü inşa etmelerini gerektirir. Makalemiz, Aleviliğin bu bağlamdaki özgül direniş potansiyelini vurgulayarak, sosyalist bir yeniden kuruluş için yol haritası sunmayı amaçlamaktadır. 

 

 

Dipnotlar: 

-Nancy Fraser, Redistribution or Recognition? A Philosophical Exchange (Verso, 2003). 

-Slavoj Žižek, The Ticklish Subject: The Absent Centre of Political Ontology (Verso, 1999). 

-Silvia Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation (Autonomedia, 2004). 

-Talal Asad, Formations of the Secular: Christianity, Islam, Modernity (Stanford University Press, 2003). 

-Ali Yıldırım, “Alevilik ve Ontolojik Direniş,” Toplum ve Bilim, no. 142 (2022): 47-66. 

-David Harvey, A Brief History of Neoliberalism (Oxford University Press, 2005). 

-Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey (McGill University Press, 1964). 

-Louis Althusser, Lenin and Philosophy and Other Essays (Monthly Review Press, 1971). 

-Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism (Verso, 1983). 

 

 

Kaynakça: 

Anderson, Benedict. Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Verso, 1983.

Althusser, Louis. Lenin and Philosophy and Other Essays. Monthly Review Press, 1971.

Asad, Talal. Formations of the Secular: Christianity, Islam, Modernity. Stanford University Press, 2003.

Berkes, Niyazi. The Development of Secularism in Turkey. McGill University Press, 1964.

Federici, Silvia. Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. Autonomedia, 2004.

Fraser, Nancy. Redistribution or Recognition? A Philosophical Exchange. Verso, 2003.

Harvey, David. A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press, 2005.

Yıldırım, Ali. “Alevilik ve Ontolojik Direniş.” Toplum ve Bilim, no. 142  

Paylaş:

Yorumlar (0)

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!