ÖCALAN’IN ÇAĞRISI: OLMAYACAK DUAYA ÂMİN! (Mehmet Güzel)
Öcalan’ın “çağrı” metni, yazarından bağımsız olarak okunsa elinin tersiyle itilecek ve ciddiye alınmayacak kadar çelişkiler ve yanlış belirlemelerle dolu bir metindir. Ancak bu metin Kürt halkının iradesi adına, bu halkın önderi olan Öcalan tarafından kaleme alınmış ve açıklanmış olduğu için herkes ve her çevre tarafından ciddiye alınmak zorunda kalınıyor. Bu zorundalık, atılan adımın etkisinin büyük olmasından kaynaklanıyor. Olumlu veya olumsuz, atılan bu adım hem Türkiye’nin siyasal geleceğini hem de kısmi olarak bölgemizin siyasal dengelerini etkileme potansiyeline sahiptir.
Her şeyden önce belirtmem gerekiyor ki, ezilen bir ulus olarak Kürt halkının irade beyanı her ne yönde olursa olsun saygı duyuyorum. İster “teslimiyet” ister direnme, ister “işbirlikçilik” isterse de bağımsızlık yönünde olsun sonuçta bu irade beyanı, ezilen ulus olarak kendisine aittir ve başkalarına düşen, saygı göstermektir. Ben de bu anlayışa sahibim; bu ulusun iradesi olarak Öcalan’ın tavrına saygı duyuyorum. Ancak bu, konu ile ilgili analiz yapmamın önünde engel değildir.
“Çağrı” metninde sunulan gerekçeler çok zorlama gibi duruyor. Daha çok, “silah bırakma” ve kendini feshetme kararına zorlama bir çabayla teorik gerekçeler oluşturulmaya çalışılmış ki bütün bu gerekçeler ise mevcut siyasal ortama hiçbir şekilde uymuyor. “Ülkede kimlik inkarının çözülüşü” tespitini yapıyor ki, insan bu belirleme karşısında şaşkınlığa düşebilir; acaba biz başka ülkede mi yaşıyoruz, diye! Başta Kürt halkı olmak üzere bu ülkede var olan Arap, Ermeni ve diğer tüm halk kesimleri için “tek millet” tokmağının kafamıza vurulmaya devam ettiği gerçeği karşısında bu savda bulunmak bu metnin yazarına uygun düşmemiş. Daha da ötesinde, “ifade özgürlüğünde yaşanan gelişmeler” tespiti de aynı garabeti içeriyor. Basit eleştiri ifadeleri nedeniyle ortalama vatandaşlardan belediye başkanlarına, oradan muhalefet partilerinin genel başkanlarına kadar herkesin zindanlara keyfi olarak tıkıldığı günümüz koşullarında bu belirleme “A Haber” tv kanalı tarzı bir pembe tablo çizme çabası gibi duruyor.
“Kapitalist modernite Türklerle Kürtler arasındaki ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir” ve “etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas gaye edinmiştir” ifadeleri teorik olarak sorunlu ifadeler ve tespitlerdir. Ancak bu teorik sorunları çözümlemek, başka çalışmaların konusu olarak ileriye bırakmak yerinde olur. “Türklerle Kürtlerin tarihsel ilişkisini, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir” ifadesi ile ülkemizde halklarımızın yaşadığı baskı ve sorunları egemen devletten soyutlama çabası görülüyor. Ülkemizde sorun, halklarımız arasında değil, egemenlerin, devlet yoluyla halklarımız üzerinde uyguladığı inkâr, asimilasyon ve katliamlar sorunudur. Bunu en iyi Kürt halkı ve onun adına Öcalan bilmektedir. Ama verilmiş bir karara teorik gerekçe üretme ihtiyacı hasıl olunca bilinen gerçekler böyle ters yüz ediliyor.
Bu zorlama teorik gerekçelendirmelerden yola çıkılarak “inkara” ulaşılıyor: (PKK) “aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan, ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır”. Ulaşılan bu nokta, bu ifadeyle 47 yıllık varlığın tümünün inkarını barındırıyor. Bir ulusun kültürel taleplerini bile inkâr etme noktasıdır bu ve asla ülkemizdeki halkların hiçbirinin nesnel varlığının gerçekliğiyle uyuşmuyor. Bu ifade, temel olarak Kürt halkı olmak üzere ülkemizdeki tüm halkların hiçbir sorunu olmadığı anlamını taşıyor ki, bu durumda yasal demokratik alanda bile mücadele etme gereği kalmıyor.
“PKK demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır” doğru tespitinden yola çıkarak artık PKK’nin ömrünü tamamladığı ve feshinin gerekli olduğu sonucuna ulaşmış. Ülkemizde sanki siyasal kanallar işlemeye başlamış, demokratik sistem kurulmuş ve herkes kendini sorunsuz bir şekilde ifade edebilecek koşullara kavuşmuştur. Üstelik bu tespit ve ifadeler, ülkemiz siyasal sisteminin, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve zorbalık döneminde yapılıyor.
“Tarihsel” olduğu konusunda hem fikir olduğum bu çağrı “demokratik uzlaşma temel yöntemdir” ilkesini esas alıyor ve iktidara ev ödevi olarak “kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” (imla hataları metne aittir) cümlesiyle demokratik ortamı sağlama görevi veriyor. Açıklama okunduktan sonra Öcalan’ın mesajı olarak ek ifade açıklayan Sırrı Süreyya Önder de devletin bu ev ödevinin altını çizdi.

Gizli Pazarlık
Bu noktaya kadar getirilen sürecin son derece gizli bir şekilde yürütüldüğü belli. Müzakerenin özneleri olan Öcalan ve devlet yetkilileri dışında hiç kimsenin doğru dürüst bir bilgisinin olmadığı belli oluyor. Hatta taraflardan muhatap olan DEM Parti ve Kandil bile pazarlıkların tüm boyutlarını gerektiği kadar bilmedikleri belli oluyor. Haliyle bu pazarlıklar toplumdan gizli olarak yürütülüyor. Bütün “şeffaflık”, “parlamento içinde çözüm” ifadelerine rağmen bütün pazarlıklar bu ifadelerin tersine illegal olarak yürütülüyor. Silahları bırakma ve PKK’nin feshi karşılığında nelerin vaat edildiği, tahminlerin dışında belli değil. Sadece bir umut var; “demokratik adımların atılması ve hukuksal koşulların sağlanması” umudu! Bunu kimden bekliyorlar? Demokratik gelenek kırıntısına bile sahip olmayan, tarihi, katliamlar ve zorbalık ile şekillenmiş devlet geleneğine sahip olan ve yakın geçmişte benzer bir süreci fiyasko ile, bir kanlı kıyım ile sonlandırmış bir iktidardan. Üstelik geçmişteki süreçten daha tehditkâr, daha zorbaca ve daha saldırgan tutumunu devam ettirdiği halde. Bu kadar radikal adımların atılmasını sağlayacak hangi güvencelerin olduğu ya da olup olmadığı tamamen meçhul. Bu bağlamda sözler verilmiş olsa bile bunların yerine getirileceğine dair bir umut beslemek için ortada hiçbir neden bulunmuyor.
Bu Yol Cennete Değil Cehenneme Çıkar
Birinci Çözüm Süreci sırasında 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumu, AKP diktatörlüğünün yollarının döşenmesinde kritik bir öneme sahipti. Çözüm Süreci kapsamında Kürt hareketinin mücadele ittifakı ve etki alanındaki güçler o referandumda “Boykot” kararı almıştı. Bu tavır sayesinde Anayasa referandumunu kazanan AKP, diktatörlük yolunda ilerlemeye devam edebilmişti. O referandumda Kürt hareketi ve etrafındaki Sol güçler ‘Boykot’ yerine ‘Hayır’ tavrı sergilemiş olsalardı AKP ve Erdoğan diktatörlüğünün yolu bu kadar rahat açılmış olmayacaktı. O dönemde ben ve siyasal hareketim de bu tavır içerisinde bulunmuş ve ‘Boykot’ tavrının çalışmalarını çok aktif olarak yürütmüştük. Bu tavrın yanlışlığını yeri gelmişken kendi adıma ifade etmeliyim.
Şimdi de benzer bir süreci yaşıyoruz. Konu, sadece bir umut konusu değildir. Atılacak olan adım, ülkemizin ve halklarımızın geleceğini de ipotek altına alan bir adımdır. ‘Barışa şans tanıyalım, başarılı olursa iyi olur, olmazsa ne yapalım’ sığlığı ile geçiştirilebilecek bir konu değildir bu. 2010 referandumundaki ‘Boykot’ tavrı ile nasıl Erdoğan kurtarıldı ve diktatörlük yolu açıldı ise şimdi de Siyasal İslam ve özgün bir şeriat diktatörlüğünün kurumsallaşma yolunun açılma ihtimali ortaya çıkıyor. İşin içinde, olmayacak duaya bile bile “âmin” diyerek Siyasal İslam diktatörlüğünün bir Anayasa değişikliği ile kurumsallaşma yolunun açılması sorumluluğunu taşımak vardır. ‘Barışa şans tanıma’, ‘silahların susması’, ‘siyasal çözüm’ gibi biz devrimcilerin değerleri olan ve on yıllardır faşist devlet aygıtları tarafından şiddet ve zulüm ile cevaplanan yaklaşımların masumiyeti ile yeniden ülkemizi ve halklarımızı geri dönülmez bir Siyasal İslam Diktatörlüğü egemenliğine sokma hakkımız yoktur. En azından, bu iyi niyetlerle döşenmekte olan yolun cennete değil cehenneme çıkacağını söyleme sorumluluğu altındayız.
Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
