Emeğin Cinsiyeti (Zeliha Altuntaş)
“Kadınların görünmeyen emeği, kapitalizmin en görünmez temelidir; çünkü hayatı yeniden üretir ama bunun karşılığını asla almaz” Silvia Federici
İnançta eşitlik, kurumda hiyerarşi
Alevilik inancı doğası gereği hiyerarşiyi reddeden bir ontolojiye dayanır, zira eşitlik ve özgürlük ana yapıtaşlarıdır. “Can” kavramı, doğa ve doğada yaşayan tüm canlıların koşulsuz yaşam hakkının ifadesidir. Patriyarka ile kapitalizmin simbiyotik ilişkisi içerisinde üretilen toplumsal rolleriyle değil, varoluşsal eşitliğiyle tanımlar. Bu nedenle cinsiyet, sınıf ya da inanç farkı “can” bilincinde anlamını yitirir. Fakat Alevi inancını bu toplumdan yalıtık düşünemeyiz. Nitekim verilere göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 72’si otokratik siyasi rejimler altında yaşamakta olduğunu göstermektedir. Türkiye’de de mutlak diktatörlüğün eşiğinde iktidarın tektipleştirici, otoriter ve hiyerarşik yapısının giderek keskinleştiği bir süreç yaşanmakta; devlet aygıtının ve tüm kurumlarının bu tahakküm ilişkilerinden etkilendiği bir dönemde Alevi kurumlarının da bu yapısal baskıdan bağımsız kalması düşünülemez. Bu bağlamda, toplumsal gerçeklik, çoğu zaman inancın etik özünü değil, kurumun iktidar biçimlerini yeniden üretir. Böylece eşitliği simgeleyen “can”, kurumsal pratikte erkek egemen bir yapının hizmetine sokularak iktidarı yeniden ve yeniden üretir.
Bu noktada emeğin cinsiyeti kavramı belirleyici hâle gelir. Silvia Federici’nin vurguladığı gibi, modern toplumlarda kadın emeği “doğal” ve “gönüllü” sayılarak görünmezleştirilir, değersizleştirilerek olağanlaştırılır; olması gerekendir. Kadınların duygusal, bakım ve örgütsel emeği, toplumsal yeniden üretimin omurgasını oluşturur; fakat bu emek ne ekonomik olarak karşılık bulur ne de sembolik olarak tanınır, ne de herhangi bir önem taşır, zira kadın doğası gereği doğuran, üreten fakat yurttaş konumunda olmayan köle statüsündedir. Alevi kurumlarındaki gönüllü çalışma kültürü, inançta eşitliği savunurken fiilen patriyarkal bir emek hiyerarşisine dönüşmektedir. Zira Alevi kurumlarında kadınlar için “emeklerin Hak katına yazıla” denir, erkeklerin emekleri ise cüzdanlarına yazılır. Emek hiyerarşisinde kadın emeğinin erkek emeği karşısında ne önemi olabilir ki, zaten onun emekleri Hak katına yazılıyor… Kadınlar artık itiraz ediyor: Ya hepimizin emeği Hak katına yazıla ya da her birimizin emeği, Kırklar Meclisi öğretisinde olduğu gibi bir üzüm tanesinin kırka bölünmesi, bölüşme felsefesindeki gibi eşitlikçi temelli olmalı. Sultanlık rejiminin ganimet ekonomi modelinden ayıran – karşısında duran – bir üzüm tanesini kırka bölerek eşitlikçi dayanışma ve bölüşme ruhu, adaleti değil midir Alevilik inancını Alevilik yapan?
Kadınlar “hizmet”, “lokma”, “organizasyon”, “iletişim” gibi alanlarda gönüllü olarak yoğun emek verirken bu emek kutsallıkla çerçevelenerek karşılıksız bırakılır. Erkekler ise aynı kurumlarda “temsil”, “karar”, “maaşlı kadro” ve “söz hakkı” gibi pozisyonlarda yer alır. Böylece gönüllülük, etik bir paylaşım biçimi olmaktan çıkar; toplumsal cinsiyetin yeniden üretildiği bir sömürü biçimine dönüşerek Alevilik inancının eşitlikçi felsefesi zarar görür, zedelenir. Oysa ki Alevi kurumlarının ontolojik varlığı, Aleviliği doğru yaşayarak gelecek nesillere doğru aktarımını yapmaktır.
Rızalık ve rızasızlık arasında: Alevi etiğinin çelişkisi
Alevilikte “rızalık” kavramı, toplumsal barışın, adaletin ve güven duygusunun temeli olarak görülür. Kimsenin kimseye haksızlık etmemesi, herkesin emeğinin karşılığını alması, topluluk içi ilişkilerin ölçüsüdür. Ancak rızalık ilkesi, gönüllülükle birleştiğinde çelişkili bir alan yaratır. Kadınların gönüllü emeği çoğu zaman “rıza”nın var olduğu varsayımıyla meşrulaştırılır. Oysa bu rıza, çoğu durumda toplumsal baskının, inanç içi ahlaki sorumluluğun ve sembolik şiddetin ürünüdür; bir rıza üretme politikasına dönüşmektedir. Gramsci’nin ifadesiyle hegemonyanın kendi üretme biçimlerinden en etkin olanıdır.
Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı da tam da burada anlam kazanır: Egemenlik, açık zorla değil, değerlerin içselleştirilmesi yoluyla sürer. Kadınlar “hizmet canı” olarak tanımlandığında, bu kimliği reddetmek yalnızca emeğin değil, inançsal aidiyetin de reddi olarak algılanır. Böylece gönüllülük, özgür bir tercih değil, kolektif onay baskısı altında gerçekleşen bir rızasızlık biçimine dönüşür. Oysa ki gönüllülük esasındaki çalışma etik bir değer, bir kültürdür. İnsanın insana yabancılaştığı hegemonik kültürün dayatmasında kolektif üretim ve dayanışma ruhu etik bir sorumluluktur, burada itiraz edilen nokta, kadın emeğinin eril zihniyet tarafından sömürülmesidir. Ve bu noktada “razılık” ile “rızasızlık” arasındaki sınır bulanıklaşır. İnanç etiği, can kavramıyla eşitsizliğin üzerine bir örtü gibi kaplayarak eşitliğin diliyle söylenirken, kurum pratiği patriyarkanın sessiz düzenine boyun eğerek eşitsizliği besler. Kadın emeği rızalıkla kutsanır ama karşılıksız bırakılarak değersizleştirilir.
Gönüllülük etiği mi, emek sömürüsü mü?
Oysaki Alevi felsefesinde emek, alınteri her şeyin üstündedir. Bir karıncanın canı ile bir kadının, bir erkeğin, bir işçinin, bir LGBTİ bireyin canı aynı değerdedir ve her birinin emeği de aynı derecede kutsaldır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin “eline, beline, diline sahip ol” öğretisi, insanın öz denetimini olduğu kadar emeğin etik sınırlarını da belirler. Emek, yaşamın, üretimin ve dayanışmanın özüdür. Fakat Alevi kurumlarında bu emek anlayışı, kapitalist üretim ilişkilerinin diline tercüme edilerek kendi dayanışma–bölüşme ekonomi modelinden uzaklaşmıştır.
Özellikle kadınlar bu sistemin en görünmez dişlileri olarak gönüllülük esasına dayalı emek sömürüsüne maruz kalmaktadır. Zira gönüllülük esasındaki çalışma etiği, topluluk ruhunu korumak yerine kurumsal ekonominin açıklarını kapatmak için kullanılmaktadır. “Emeğin kutsallığı” söylemi çoğu zaman emeğin karşılıksızlaştırılmasını meşrulaştırır. Ki böylece kutsallık, etik bir değer olmaktan çıkar; sömürü mekanizmasının ideolojik kalkanına dönüşür.
Nancy Fraser’ın da belirttiği gibi, toplumsal adalet yalnızca “tanınma”yla değil, “yeniden dağıtım”la da ilgilidir. Alevilikte kadın emeğinin tanınması yalnızca sembolik bir kabul değil, maddi ve örgütsel karşılık da gerektirir. Rızalık, gerçek anlamına ancak emeğin hakkı teslim edildiğinde kavuşur; aksi hâlde sembolik bir söylemden öteye gidemez. Oysa ki Alevilik bir inanç olmaktan ziyade yaşamın içinde bir yaşam modelidir.
Eşitlikçi bir gönüllülük etiği mümkün mü?
Alevilik öğretisinin özündeki eşitlik, yeniden hatırlanmaya muhtaçtır. Eşitlikçi yapı korunamadığı müddetçe böyle bir inançtan bahsetmek mümkün değildir. “Can” kavramı yalnızca cinsiyetin değil, iktidarın da ötesindedir. Zira bu bakış açısı, emek teorilerinin vurguladığı yeniden üretim emeğiyle kesişir: Yaşamı sürdüren her emek kutsaldır, ancak kutsallık sömürünün bahanesi olamaz, olmamalıdır.
Rızalık ancak ve ancak özgür ve eşit bir zeminde mümkün olur. Kadın emeği tanınmadan, karar mekanizmalarında eşit temsil sağlanmadan gönüllülük etik bir anlam ifade etmez. Emek hakkı tanınmadan inançsal eşitlikten söz etmek yalnızca sembolik bir retorik olarak kalır ki hiçbir değer ifade etmez.
Alevi kurumlarının geleceği, geçmişin eşitlikçi mirasını sadece hatırlamakla değil, bugünün emeğini adil biçimde paylaşmakla mümkündür. “Can” kavramı cinsiyetin ötesinde bir özü simgeliyorsa, bu özün gereği olarak kadınların emeği de aynı onurla tanınmalıdır. Rızalık, gönüllülüğün değil, adaletin ölçüsüdür.
Rızasızlığın farkına varma etiği
Razılık, birinin diğerine haksızlık etmediği, herkesin emeğinin eşit olduğu adil bir denge durumudur. Bu dengenin yeniden kurulabilmesi, Alevi kurumlarının kendi içlerinde toplumsal cinsiyet adaletini tanımasıyla mümkündür.
“Can” eşitliği, yalnızca cinsiyet farkını aşmakla değil, emeğin hakkını teslim etmekle mümkündür. Çünkü Alevi inancında insanın özü emektir; emek sömürülüyorsa, inanç da sömürülür. Gerçek razılık, gönüllü emeğin değil, adil paylaşımın olduğu yerde başlar.
Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
