DEPREMİN VE İSYANIN ENERJİSİ (Mehmet Güzel)
Karabasan gecesinin yıldönümündeyiz. Felaketin devasa boyutu malum. Devletin, sistemin ve cehaletin belirleyici sorumluluğu da çok açık. Bunun gereği olarak normalde insanlar bu felaketin iktidar boyutundaki sorumluluğunun hesabını sorma tutumu geliştirmelidirler. Ama realitede durum öyle gelişmiyor. Tevekküle, biat ve sadaka kültürüne alıştırılmış toplum, celladının bıçağını yalayan koyun misali bir siyasal duruş sergiliyor. Toplumun örgütsüz ve bilinçsiz yapısı bunun temel nedenleri arasında sayılabilir, bunda da devrimcilerin ve aydınların zaaflarına dikkat çekilebilir. Ama Nazım’ın dediği gibi “kabahat senin,—demeğe de dilim varmıyor ama— kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Bu minvalde Antakya’nın ayrı bir duruşu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Tarihi boyunca bu kent insanının, kentin içinden geçen Asi nehri gibi otoriteye karşı muhalif duruşunu devam ettirdiğini görmek gelecek adına umut verici oluyor. Bu kent tarihi boyunca nice istila ordularının saldırılarına maruz kalmıştır. Modern çağda da emperyalist ülkelerin işgaline, günümüzde ise ilhaka maruz kalmıştır. Ama tarihinin hiçbir döneminde boyun eğmemiş, isyan ve direniş geleneğini sürdürmüştür. Bu geleneğini ilahi bir yazgıdan değil elbette ki toplumsal kimliğinin dokusundan ve haklı olduğu ve arkasında durduğu bir davasının olmasından almaktadır. Kürt halkının direngenliğinin toplumsal kimlik dokusuyla ilgili olduğu gibi! Bilince çıksa da çıkmasa da bölge halkımızın egemen otoriteye karşı isyankâr duruşunun altında, tarihsel derinliklerden günümüze kadar süre gelen ezilmişliği ve bunun sonucu olarak haklı bir davası olması yer almaktadır.
Bunun ürünüdür ki Kilikya toprakları bereketli olduğu kadar halkı da verimlidir. Özgürlük mücadelesinde üretkendir. Toplumsal mücadelenin kabarış dönemlerinde olduğu gibi gerileme dönemlerinde de ortalamanın üstünde mücadele dinamiklerine sahiptir.
DEPREMDEN SONRA DEVLET VURDU
6 Şubat depreminin yerle bir ettiği kentimizi, depremin ardından bu sefer iktidar üzerinden silindir gibi geçti. Burada ne demek istiyorum? Bunu devletin bölgemize yönelik politik bakış açısıyla birlikte açıklayayım.
Cumhuriyet’in kuruluşunun öncesinden Jön Türk hareketiyle başlayarak ve ardından Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber bölge halkına karşı bilinçli, planlı ve programlı bir etnik saldırı politikası uygulanmıştır. Osmanlı tarihi boyunca bölge halklarına karşı uygulanan soykırım boyutundaki katliamları da bu geçmişe eklemek gerek.
Cumhuriyet’le beraber bütün Anadolu’da farklı halkların etnik kimliklerine ve hatta fiziki varlıklarına karşı geliştirilen saldırının bir parçası olarak Kilikya Arap ve Ermeni halkları da nasibini aldı. Devletin planlamaları ile başlatılan saldırılar, asimilasyon politikalarıyla da uzun vadeli bir devlet uygulamasına dayandı. Ağırlıklı olarak Arap olan bölge halkı, bin bir yöntemle “Arapça konuşan ve kendilerini Arap zanneden bölgenin Eti Türk halkını asıl kimliklerine döndürmek için” politikalar geliştirildi. Bunun için adına Hars Komiteleri dedikleri, illerde Valinin, ilçelerde Kaymakamın, Milli Eğitim yetkilisinin, Müftülük yetkilisinin ve polis veya askeri yetkililerin yer aldığı kültür komiteleri kuruldu. Bu komitelere özel bütçeler tahsis edildi. Halkevi bu amaç için kurulup kullanıldı. “Kültür”, dil ve “eğitim” yoluyla yürütülen asimilasyon, demografik yapının adım adım değiştirilmesi çabalarıyla at başı olarak yürütüldü.
Adana ve Mersin bölgesinde Cumhuriyet ile beraber yürütülen bu etnik saldırılar, 1939’da ilhak edilmesiyle beraber Antakya’da da hızlı bir şekilde uygulanmaya başladı. Bu politikalar belgeleri, kararları, bütçeleri, ödenekleri ve raporlarıyla birlikte devlet arşivine girmiş olan ve ilgili olan herkesin malumu olduğu uygulamalardır.
Böylesi bir “ulusal” asimilasyon ve demografik denge politikasına sahip olan devlet, 6 Şubat depremini bu politikanın daha etkin olarak uygulanması için tarihi bir fırsat olarak gördü. Hiçbir felaket yokken bölge halkının nüfus yapısını ve dengesini değiştirmek için her yolu deneyen devletin, depremi bu politikası için fırsata çevirmeyeceğini beklemek büyük bir saflık olur.
Depremle birlikte Hatay’da (ben Antakya demeyi tercih ediyorum) yaşanan bütün sıkıntıların altında devletin bu art niyeti (asimilasyon ve demografik denge politikası) vardır. İlk günlerde yardım ekiplerinin gelmemesi ve insanlarımızın bilerek ölüme terkedilmesi, gelen gönüllü yardım ekiplerinin engellenerek geri çevrilmesi, yardım konvoylarına el konularak gasp edilmesi, çadır-konteynır ve iaşe konusunda çok büyük sorunların yaşanması devletin bu art niyetinin bilinçli sonucudur. Bir bakıma devlet, yaşanacağı sağır sultana bile malum olan depreme hiçbir önlem almayarak, deprem için toplanmış devasa boyuttaki paraları gerek amacı dışında çarçur ederek gerekse de iç ederek hiçbir önlem almadığı için yaşanan felaketle bu halkın ölümüne taammüden neden olmuştur. Ölmeyenleri ise enkaz altında bırakarak ölmelerini sağlamıştır.
Ama Antakya için asıl daha büyük tehlike, deprem sonrasındaki art niyetli demografik dengenin bozulması ve mülksüzleştirme politikalarıdır. Devlet, adına “rezerv alan” denilen uygulamalarla halkımızı mülksüzleştirme ve nüfus dengesini değiştirme amacını gütmektedir. Bu uygulamaları zor ve müsadere yoluyla hayata geçiriyor. Bölgede yaşayan istisnasız herkes bu art niyetli politikalardan dolayı büyük bir endişe ve tedirginlik yaşıyor.
Depremden bu yana günlük yaşamın idame edilmesi ile ilgili yaşanan elektrik, internet, ulaşım, iş istihdamı, barınma, alt yapı gibi bütün aksaklıklar, insanlarımızı bölgeden göç etmeye zorlamak için bilinçli olarak giderilmeyen sorunlardır. Bu niyet depremin hemen ardından gelen günlerde kendini belli etmiş ve demografik dengenin bozulması çabasına benim gibi birçok insan dikkat çekmişti.
Kentin eşsiz tarihi dokusunun IŞİD mantığıyla hunharca katledilmesi, Antakya Parkı’nın tahrip edilmesi, zeytinliklerinin İsrail gibi kesilerek yok edilmesi, halkımızın mülklerine Filistinlilerin maruz kaldığı gibi el konulması işin apayrı boyutunu teşkil ediyor.
Yerel yönetimler eliyle uygulanan politikalar -Belediye yönetiminin kimin elinde olduğuna bakılmaksızın- bu devlet politikasının paralelinde uygulanmaktadır. Arap halkının yaşam alanlarındaki ihmaller ve kronik sorunlar bir yanıyla yerel idarecilerin suistimallerinden kaynaklansa da esas olarak devletin bu ulusal politikasıyla bağlantılıdır.
TARİHSEL DİRENİŞ GELENEĞİ
“Depreminin yerle bir ettiği kentimizi, depremin ardından bu sefer iktidar üzerinden silindir gibi geçti” derken devletin bu politikasına dikkat çekmek istiyorum. 6 Şubat’ta öldürüldük, 6 Şubat’tan sonra tarihe gömülmek isteniyoruz!
Antakya halkının tepkisinin altında devletin bu politikasına karşı öfke ve isyan yatıyor. Suriye’ye yönelik Türkiye’nin saldırganlığına karşı protestolarda, Gezi olaylarındaki tepkilerde, deprem sonrasındaki uygulamalara karşı isyanlarda ve 6 Şubat depreminin birinci yıl dönümündeki anmalarda gösterilen tepki ve protestolarda bu ana etmenler yatıyor. Bu tepkiler ve öfke boşalması, bu halkın teslim olmayacağının, boynunu celladına uzatmayacağının ifadesidir. “Me rihna, nihne hovn” (gitmedik, buradayız) sloganı, devletin bilinçli demografik yapının değiştirilmesi politikalarına karşı isyanın, kararlı bir direniş beyanıdır. Bu, bu halkın bir davası olduğunu ve bu davanın arkasında durup direniş iradesi gösteren bir halk olduğunun göstergesidir. Temel eksiklik, bu iradenin örgütlü hale getirilmesidir. Bu eksikliğin giderilmesinin sorumluluğu ise bölgemizdeki tüm devrimci, ilerici ve aydın organizasyon ve kişilerin omuzlarındadır. Bu sorumluluğu yerine getirmek, her türlü dar grupçu, çıkarcı, ben merkezci ve burjuva yaklaşımlarla muzdarip davranışlardan uzak samimi ve fedakâr bir zorlu mücadeleyi gerektirir.
Yorumlar (0)
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
